Türkiye ekonomisinin yapısal-kronik sorunları var. Birincisi, tasarruf yetersizliği (tasarruf açığı). İkincisi, büyük dış ticaret açığı ve bunun sonucu olarak cari açık. Cari açık bir yandan döviz kurlarının yükselmesine, öte yandan artan dış borçlanmaya neden oluyor.
Yapısal, kronik işsizlik ve bozuk gelir dağılımı da hemen akla gelen sorunlar arasında. Son dönemde en çok konuşulan, tartışılan sorun ise yüksek fiyat artış hızı ve halkın satın alma gücündeki gerileme. AKP lideri ve cumhurun başkanı enflasyonun temel nedeni olarak hep faizi gösterdi. Yerli ve yabancı tüm iktisatçılar bunun tersini söylediler. Ama cumhurun başkanı ikna olmadı, ısrara devam etti. Sadece ısrar etmekle de kalmadı, görüşünü benimsemeyen Merkez Bankası başkanlarının istifasını sağladı.
Enflasyondan arındırılmış olarak hesaplanan faiz (reel faiz) aslında yüksek değildi. Hem reel faizin düşüklüğü, hem de iktidarın güven vermeyen iktisat politikası sonucunda döviz halk için daha güvenli bir seçenek olarak ön plana geçti. Döviz yukarı doğru çıkarken, dövizle borçlanmış olan bankalar ve reel sektör firmaları döviz daha da yükselmeden alım yapmaya yöneldiler. Bu talep artışı döviz kurunu daha da yukarı itti.
İktidar süreci iç ve dış çıkar odaklarına bağlayarak açıklasa da, bu pek inandırıcı olmadı. Sonunda iktidar bakan ve Merkez Bankası başkanlığı ile ilgili kadro değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Bu aynı zamanda faiz politikasının da değiştirilmesi anlamını taşıyordu. Politika faizinde birkaç aşamada çok ciddi artışlar gerçekleştirildi. Son kararla belirlenen %19 oranını bir yıl önce telaffuz eden çıkmış olsaydı, iktidardan nasıl bir tepki alırdı, düşünmek bile zor.
%19 önemli bir reel faizi yansıtıyor ve yurt dışından en azından sıcak para girişini özendirmesi olasılığı var. Nitekim kurlarda belirli bir gevşeme oldu. Ancak bundan sonrası için fazla iyimser olmak çok zor. Birincisi, kurların daha da aşağıya inmesi kolay değil, ayrıca aşağı düzeylerde kalıcı olması da zor. Birinci neden, bugünkü politika ile sıcak para girişi olsa da, bu tür kaynakların dışarı çıkması da çok kolay. Kurların aşağı düzeyde uzun süre kalmayıp yükselmesine, enflasyonun yükselmesi ile reel faizin gerilemesi bir neden olabilir, ama daha önemli nedenler de var. Bunların başında,Türkiye’nin sıcak paradan çok dış yatırımlara olan gereksinimi geliyor.
Dış yatırımlar, güvenilir bir iktisat politikası ve siyasal istikrar ile hukukun üstünlüğü, kamu yönetiminde saydamlık gibi ilkeleri görmek istiyor. Bugünkü iktidar ise bu ilkelerden giderek uzaklaşıyor. Örneğin 130 milyara yakın rezervin hangi yöntemlerle, hangi kurdan kimlere satıldığını toplum hala bilmiyor. Geçmiş yıllarda bu bilgiler açıklandığına göre, son dönemde açıklanmaması özellikle sorun yaratıyor. Bu konu kuşkusuz Türkiye’ye kalıcı yatırım yapmaya niyetli olanları adım atmaktan uzak tutuyor. Ayrıca 130 milyar gibi çok yüksek bir düzeydeki rezervi, kurları denetim altında tutmak amacıyla elden çıkartmak isabetli bir politika değil, çünkü bu yöntem daha kısa sürelerde daha ufak tutarlar için uygun bir yöntem. Bu açıdan da iktidara güveni zayıflatıyor.
Son bir neden daha, ihale yasasının tekrar tekrar (190 kez ) değiştirilmesi de güven artırıcı bir durum değil.
Güven konusu son derece önemli ve sadece iktisat politikası ile ilgili değil. Bu noktayı açmak için birçok örnek verilebilir. Kısa tutmak için birkaç örnekle yetinelim. Boğaziçi Üniversitesi olayı tipik bir örnektir. Dünyada en çok tanınan ve saygı duyulan üniversitelerimizden birine cumhurbaşkanı bir rektör atıyor. Üniversitenin kriterlerine uymayan ve tüm öğretim kadrosunun onaylamadığı, tepki gösterdiği bir atama. Rektör benimsenmediği için destek görmüyor, yönetimle ilgili kurullarda tıkanmalar ortaya çıkıyor. Üniversitenin yönetimini ele geçirmek amacıyla düne kadar hiç düşünülmeyen, görüşülmeyen iki tane fakülte tepeden inme kuruluyor. Günümüzde bu gibi gelişmelere ilişkin bilgiler ışık hızıyla tüm dünyaya yayılıyor, üniversite kavramının önemsendiği ve hakkıyla yaşandığı tüm ülkelerde tepki çekiyor. Daha açık söylemek gerekirse, bu ülkede akademik özgürlüğün ve hukukun üstünlüğünün olmadığını herkes görüyor. Türkiye’nin itibarı bir kez daha zayıflıyor.
Son bir örnek de siyaset alanından. Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi hukuki bir olay gibi gösterilse de, aslında siyasi bir olay. Aynı şekilde HDP’nin kapatılması girişimi de hukuki olmaktan çok siyasi bir girişim. İkisinin de Batı’da nasıl karşılandığını önümüzdeki günlerde sık sık göreceğiz.
Yukarıda sadece birkaç örneği verilen hatalar arttıkça, bunların topluma maliyeti de büyüyor. Bugün için az da olsa teselli oluşturacak bir gerçeği de gözardı etmeyelim. Sayılan örneklere sadece iktidara yıllardır muhalif olan partiler ve çevreler karşı çıkmıyor, muhafazakar alanın yeni partileri, yayın organları ve kanaat önderleri de karşı çıkıyor. Teselli ile yetinmeyip bu potansiyeli değerlendirebilirsek, düzlüğe çıkarız.