Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, yakın Türkiye tarihinin önemli dönemeçlerinden birisi olan 2001 krizini takiben iktidara gelişinin ardından yaklaşık 20 yıl geçti. 2001 krizinin neoliberal kalkınma modelinin bir krizine dönüşmemesinin en önemli sebebi, güçlü bir toplumsal hareketlenmenin yokluğunda, krizin faturasının uygulanan politikalardan çok uygulayıcılara – yani yönetimde olan siyasi partilere – çıkmış olmasıydı. Krizin esas nedenlerinin acı reçeteyi hayata geçirecek güçlü bir siyasi irade ve istikrar yokluğuna indirgenmesi, AKP’nin bir taraftan mevcut reçeteyi uygulayacağının taahhüdünü verirken diğer yandan da seçmenlere refah vadedebilmesini olanaklı kıldı. Hem parti programında hem de 2002 seçim bildirgesinde, 1990’ların sonlarından itibaren ve özellikle de 2001 krizi yönetim surecinde ortaya atılan teknokratik ekonomi yönetim modelinin gereklerini yerine getireceğini müjdeleyen AKP, toplumsal adaleti ekonomik istikrar ve büyüme hedeflerine zarar vermeksizin iyileştireceğinin sözünü verdi.
Kabaca 2010’ların ilk yarısına kadar, parasal ve mali disiplini sağlama, özelleştirme süreçlerini ilerletme, merkez bankasının kurumsal bağımsızlığını koruma, düzenleyici kuruluşların özerkliğini sağlama, yatırım ortamını cazip hale getirme gibi vaatlerini önemli sapmalar olmaksızın yerine getirmeye devam etti. Aynı donemde, bir dizi başka küresel güney ülkesinde görülen eğilimle uyumlu biçimde – dünya ekonomisinde yaşanan talep ve kredi bolluğunun yarattığı elverişli ortamda – yüksek büyüme oranları ve ihracat artışları kaydedildi. Teknokratik/kural temelli neoliberal kalkınma modelinin sınırlı demokratikleşme hamleleriyle birlikte yürütüldüğü bu dönem bir çok gözlemci tarafından AKP’nin ve hatta yakın dönem Türkiye tarihinin ‘altın çağı’ olarak değerlendiriliyor. 2010’ların ilk yarısından itibaren yürütmenin siyaseti iyice tekeline alması, demokratik diyalog ve müzakere mekanizmalarının eritilmesi ve kural-temelli ekonomi yönetiminin yerini keyfi ve yolsuz bir idare tarzına bırakması, ‘altın çağın’ yerini otoriter bir Türkiye tablosuna bıraktığının göstergeleri olarak görülüyor.
Gerçekten de geç AKP dönemi otoriterliğin dozunun belirgin şekilde arttığı ve zora dayalı yönetim araçlarının çeşitlendiği bir dönem oldu. Bir dizi gelişme bu konuda şüpheye yer bırakmıyor. Bunlar arasında, iktidar bloğunun kompozisyonunda milliyetçi kanadın giderek baskın hale gelmesini, saldırgan dış politika hamlelerini, sınırlandırılmış bir parlamenter rejimden ‘süper başkanlık’ sistemine geçişi, Kürt illerinde seçme ve seçilme hakkının sistematik olarak ihlal edilmesini, demokratik eylemlere damgasını vuran polis şiddetini, engellenen grevleri, kadınların hak ve kazanımlarına yönelik saldırıları ve artan siyasi tutuklamaları sayabiliriz. Listeyi uzatmak mümkün.
Tüm bu gelişmelere bakarak AKP’li yılların seyrinde radikal bir kopuş yaşandığını, 2010’lar itibariyle altın çağın geride kaldığını iddia etmek ise çeşitli süreklilikleri görmezden gelmeye yol açabiliyor. Bu yazıda yaklaşık yirmi yıllık AKP iktidarları döneminin – değişim ve süreklilik dinamiklerini dikkate alarak – emek rejimi açısından bir değerlendirmesini yapacağım.
Uzun çalışma, Güvencesizleşme, İşsizlik
Tüm AKP dönemlerinde istikrarlı bir biçimde, Türkiye emekçi sınıflarının büyük kesiminin güvencesiz koşullarda, aşırı uzun çalışma ve işsizlik arasında yer değiştirmeye itildiği bir emek rejiminin hakim kılındığını iddia etmek mümkün.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre, son 20 yılın Türkiye’si haftalık çalışma saatleri bakımından en üst sıralardaki yerini -Çin, Malezya, Meksika gibi ülkelerle birlikte- istikrarla korudu. Kayıt dışı çalışma oranlarında kısmi bir azalma yaşanırken, genel olarak güvencesiz çalışma pratikleri yaygınlaştı. AKP’nin iktidara gelişini takip eden donemde, bir taraftan yüksek büyüme oranları ve emek üretkenliğinde önemli artışlar kaydedilirken, diğer yandan işsizlik yüksek ve işgücüne katılım 1990’lara kıyasla düşük seyretti. Bir çok gözlemci bu olguyu ‘istihdamsız büyüme’ olarak tarif ettiler. Bu uzun çalışma-güvencesizleşme-işsizlik sarmalını yaratan koşullara yakından bakmakta fayda var.
AKP’nin ilk icraatlarından birisi 2003 yılında, 1971’den beri yürürlükte olan İş Kanununu değiştirmek oldu. Yeni kanunun temel özelliklerinden birisi, işverenler için yasal yoldan esnek çalıştırma yöntem ve olanaklarını genişletmesiydi. Kayıtlı çalıştırmayı, kayıtsız çalıştırma koşullarına yaklaştırarak, işverenler için cazip hale getirme amacının bu kanunun ana motivasyonunu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Aynı amacın diğer bir ifadesi kıdem tazminatını işverenler lehine yeniden düzenleme uğraşı oldu. Bunu sağlayacak şekilde bir kıdem tazminatı fonunun kurulması tüm AKP hükümetleri boyunca aralıklarla gündeme getirilen ihtilaflı bir plan olma özelliğini sürdürdü. Ayrıca, işverenlerin (sosyal güvenlik primleri gibi) emek maliyetlerinin bir kısmının istihdam teşvikleri yoluyla devlet tarafından üstlenilmesi, AKP’nin emek politikasının asli unsurlarından birisi oldu. İşverenlere sağlanan bu teşviklerin kapsamı ve büyüklüğü 2008 sonrasında önemli bir artış gösterdi. Kayıt dışı çalıştırmanın 2000 yılından günümüze resmi rakamlara göre %50 seviyesinden %30’lara düşürülmesinin temel nedeninin, tüm bu uygulamalar yoluyla kayıtlı istihdamın işverenlere yüklediği maliyetlerin kayıtsız çalıştırma maliyetlerine yaklaştırılması olduğu söylenebilir.
AKP hükümetlerinin sürdürücüsü olduğu ihracat yönelimli birikim modeli, emek maliyetlerinin düşük tutulması ve özellikle ihracatçıların devlet destek ve teşvikleri ile desteklenmesi temeline dayanıyordu. İhracatta rekabet üstünlüğünü ucuz emekten yüksek teknoloji ve nitelikli emek kullanımına dayalı katma değeri yüksek meta üretimine geçirme gerekliliği, 2000’li yıllar boyunca hem hükümet hem de büyük sermaye grupları temsilcilerince sıklıkla vurgulandı. Fakat üretim ağlarının orta ve alt kademelerinde yer alan taşeron ve tedarikçi şirketlerin hayatta kalma ve büyüme yarışında düşük emek maliyetleri merkezi önemini korudu. Bu nedenle hem büyük sermaye grupları hem de KOBİ’ler bir taraftan nitelikli iş gücü gerekliliğini dillendirirken, öte yandan emek maliyetlerini düşürmeye yönelik uygulamaları öncelemeye devam ettiler.
Bu uygulamalar yalnızca işe alma ve işten çıkarma olanaklarının kolaylaştırılmasını ve işverenlerin kimi ücret dışı maliyetlerinin devlet tarafından üstlenilmesini içermedi. Aynı zamanda giderek artan bir iş sağlığı ve iş güvenliği açığının sistematik olarak görmezden gelinmesini de beraberinde getirdi. Son 20 yılın iş cinayetleri bilançosu bunun en çıplak göstergesi. Öte yandan, sermayenin emek maliyetlerini düşük tutma uğraşı hane içi sömürüyü yoğunlaştırdı. Kadınların hasta, çocuk, yaşlı bakımı gibi yüklerini arttırdı. Kadınların ücretsiz emeğinin mümkün olan en yüksek seviyede sömürülmesine dayalı olan ‘kutsal aile’ değerlerinin korunması birikim modelinin devamlılığı için giderek daha da elzem hale geldi.
Özetle, AKP iktidarları boyunca, emek gücünü ucuza ve kötü koşullarda satmak dışındaki geçim olanakları sınırlanmış, kolayca kullanılıp atılabilecek bir işgücü ve yoğun hane içi sömürü birikim modelinin bel kemiği olma özelliğini sürdürdü. Bunu idame ettirebilmenin iki temel koşulu vardı. İlki, emekçi sınıfları kolektif olarak zayıf tutmak, örgütsel kapasitelerini daraltmak ve böylelikle sermaye birikimi ve bölüşüm süreçlerini demokratik talep ve kısıtların etkisinden mümkün olduğunca korumaktı. Darbeden miras kalan, örgütlü emek karşıtı siyasi-kurumsal yapılanma bu yolda yürüyen AKP için elverişli bir zemin sundu. İkinci koşul ise, emekçi sınıfların tüketim kapasitesini artırma ve yaşam şartlarını iyileştirme vaadini canlı tutabilmekti. AKP, 2010’ların ortalarına kadar bu vaadi büyük ölçüde yerine getirebildi. Bu iki unsurun dayanıklılık ve kırılganlıklarını tespit etmek, son 20 yılda emek rejiminin nasıl şekillendiğini anlamak açısından büyük önem taşıyor. İlki ile başlayalım.
Otoriter Toplu Emek İlişkileri ve Sosyal Diyalog
AKP hükümetleri, gerek demokratikleşme ve diyalog vurgusunun ön planda olduğu erken dönemlerinde, gerekse de otoriterliğin dozunun giderek arttığı 2010’larda, 1980 darbesinin ürünü olan toplu emek düzenlemelerinin özünü ve ruhunu itinayla korudular. 1983 yılında cunta rejimi tarafından yürürlüğe konmuş olan Sendikalar Kanunu (2821 sayılı) ile Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (2822 sayılı), yüksek temsil barajları ve geniş bir yasadışı grev/eylem tanımı başta olmak üzere, sendikal faaliyetlerin alanını daraltan bir dizi hüküm içeriyordu. Bu iki kanun 2012’de – AKP’nin iktidara gelişinin onuncu yılında – tek bir kanun (6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu) altında birleştirilerek yeniden düzenlendi. Yeni kanun birkaç göstermelik iyileşme dışında, darbe döneminde inşa edilen kısıtlayıcı çerçeveyi büyük ölçüde devam ettirdi. Hatta bazı açılardan sendikal özgürlükleri mevcut durumun daha da gerisine götürdü.
Aynı zamanda AKP, 2010’ların ortalarına kadar, Avrupa Birliği uyum sürecinin de bir parçası olarak, toplu emek ilişkilerinde ‘sosyal diyalog’ vurgusunu sürdürdü. Çalışma Meclisi, Üçlü Danışma Kurulu, Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi gibi, kimi partinin iktidara gelişi öncesinde kimi de sonrasında kurulmuş olan (isçi, işveren ve hükümet temsilcilerinin yer aldığı) diyalog mekanizmalarının bazıları ağır aksak da olsa işletildi. Çalışma hayatını ilgilendiren yasal-kurumsal değişikliklerin hazırlık süreçlerinde bu mekanizmalar yoluyla yer alan işçi sendikaları konfederasyonları, bazı alanlarda isçi hakları bakımından geriye gidişleri önleyebildiler veya erteleyebildiler. Ancak aynı zamanda, gönüllü-gönülsüz, bu çerçevenin sınırları içinde hareket etmeye sürüklendiler. Sosyal diyalog süreçleri, çalışma-ücret koşulları ve sendikal özgürlükler açısından önemli kazanımlara olanak sağlamanın çok uzağında kaldı ve 2010’ların ortalarından itibaren büyük ölçüde işletilmez oldular.
AKP’li yıllarda sendikaların ücret ve çalışma koşullarını ilgilendiren politikalara etkisi oldukça sınırlı kaldı. Bu dönemde, özel sektörde sendikalaşma oranları 1980’lere ve 1990’lara kıyasla dramatik şekilde düşerken, kamu emekçileri arasında sendika üyeliği artış gösterdi. Söz konusu artışın esas olarak, zaman içinde hükümetin bir uzantısı haline gelmiş olan MEMUR-SEN üye sayısındaki sıçramadan kaynaklandığı söylenebilir. Toplu emek ilişkilerini düzenleyen otoriter yasal çerçeve, bağımsız sendikal oluşumların önüne bir dizi engel çıkararak hem işçilerin örgütsel gücünü genel olarak zayıflattı, hem de bireysel emek ilişkilerinde çalışanların konumunu işverenler karşısında oldukça geriye götürdü. Otoriter emek rejiminin sunduğu fırsatlardan yararlanan büyük ölçekli sermaye grupları ve KOBİ’ler çalışanlar karşısında güçlerini artırdılar.
Keyfi ve baskıcı yönetim pratiklerinin giderek ağırlık kazandığı 2010’larin ikinci yarısında bağımsız örgütsel mücadele yürütmek sendikalar için daha da zorlaştı. Bunu örneklendiren bir dizi hükümet eyleminden bahsedilebilir. Detaylara girmeksizin, 2016 darbe girişiminin birinci yılında yatırımcılara seslenen Erdoğan’ın şu meşhur sözlerini alıntılamak resmi ortaya koymak açısından yeterli olacaktır:
Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.
Resmi olarak iki yıl boyunca yürürlükte kalan olağanüstü hal sürecinde olağan hale gelmiş olan hak ihlallerinden, grevleri engellenen ve çalışma ve ücret koşulları ile ilgili talepleri bastırılan işçiler de nasibini aldı. Ancak 2010’ların ortalarından itibaren ivmelenen şekilde, başta madencilik olmak üzere bazı sektörlerde işçiler –yer yer bağlı oldukları sendikaların yatıştırıcı tutumlarına karşı çıkarak– önemli grev ve eylemler örgütlediler. Tüm baskı ve engellemelere rağmen ortaya çıkabilmiş olan bu eylemliliğin, otoriter toplu emek ilişkileri – sosyal diyalog evliliğinin kırılganlıklarını giderek daha belirgin hale getirdiğini söyleyebiliriz.
Kolay Tüketim Vaadi
AKP’li yıllarda durağan seyreden reel ücretler, yüksek işsizlik oranları ve artan güvencesizlik koşullarına rağmen emekçi sınıfların ayakta kalmasına ve hatta yaşam şartlarında iyileşmeler deneyimlemelerine olanak sağlayan bir dizi kırılgan faktörden bahsetmekten mümkün. Bunlar arasında, 2010’ların ilk yarısına kadar sürdürülebilmiş olan ve hanelerin tüketim kapasitesini artırmada önemli bir rol oynayan değerli kur politikasını, krediye erişimin/borçlanmanın kolaylaştırılmasını, yoksul hanelere yapılan sosyal yardımları sayabiliriz. 2002-2013 yılları arasında hem hanelerin tüketim harcamaları hem de borçluluk oranları neredeyse kesintisiz olarak artış gösterdi.
Bu tip araçlarla tüketim kabiliyetleri genişleyen emekçi sınıflar için, emek rejiminin sunduğu kötü çalışma koşulları ve artan güvencesizlik görece katlanılır oldu. Aynı zamanda, devlet ve piyasa ile giderek daha fazla tüketici, borçlu ve/veya yardım-alan bireyler olarak ilişkilenmek, bu bağların emekçiler üzerindeki disipline edici etkilerini arttırdı. Hane ekonomisinin istikrarı, siyasi ve ekonomik istikrara giderek daha fazla bağlı hale geldi.
2010’ların ilk yarısından itibaren bu kırılgan denklemin iyiden iyiye sarsılmaya başladığını söyleyebiliriz. Büyüme oranlarının düştüğü ve TL’nin hızlıca değer kaybettiği bu süreçte tüketimi canlı tutmak giderek zorlaştı. Gerçekten de 2013 sonrası verileri hanelerin tüketim harcamalarında belirgin düşüşler yaşandığını gösteriyor. Bu azalma eğilimi, neoliberal kalkınma stratejisinin kolay tüketim yoluyla yasam şartlarında iyileşme sağlama vaadini belirgin bir biçimde boşa düşürmeye başladı.
Emek Rejimin Sürdürülebilirliği ve Zombi Neoliberalizm
Yukarıdaki tablo, AKP’nin emek rejimi açısından 2010’lar itibariyle geride kalanın bir ‘altın çağ’ olmadığını açık şekilde gözler önüne seriyor. AKP’nin erken dönemlerinde uygulanan kural temelli/teknokratik neoliberal model ile onun son yıllara damgasını vuran keyfi ve yolsuz versiyonu arasında önemli bir ortaklık bulunuyor: örgütsel olarak zayıflatılmış, bireysel olarak disipline edilmiş, uzun ve güvencesiz koşullarda ucuza çalışmaya mecbur kılınmış bir işgücünün varlığına olan bağlılıkları. Tam da bu nedenle, AKP sonrası Türkiye için kural-temelli/teknokratik neoliberal modele dönüş yapmayı vaat eden muhalefet kesimleri, emekçi sınıflara uzun çalışma-güvencesizlik-işsizlik sarmalından bir çıkış yolu sunmuyorlar.
Kullanılan araçlar farklılaşmış olsa da tüm AKP hükümetleri boyunca sermaye ve servet sahiplerini, birikim süreçlerinin işsizlik, yoksulluk, ekolojik bozulma gibi sonuçlarından ve bunların toplumsal ve çevresel maliyetlerini üstlenmekten mümkün olan en yüksek seviyede azade kılmak merkezi önemini sürdürdü. 2010’ların ilk yarısına kadar hükümetler bu uğraşı emekçi sınıfların tüketim kapasitesini artıracak uygulamalarla birleştirmeyi becerdiler. Kötü çalışma koşullarının, artan gelir eşitsizliğinin, siyasete yön veren problemler olarak görülmesine engel olabildiler. Emek örgütlerinin giderek etkisizleşmesi, çalışma koşullarına ilişkin demokratik talepleri muhalefetin gündeminden de büyük ölçüde düşürdü. Erken ve geç AKP dönemleri arası en önemli farklılıklardan birisi emekçi sınıflara verilen kolay tüketim yoluyla refah seviyelerinde iyileşme sağlama vaadinin iktidar bloğu tarafından artık tutulamıyor olması.
Neoliberal kalkınma modelinin geride kalıp kalmadığı sorusu, özellikle büyük çalkantı ve krizlere sahne olan son 20 yılda dünya genelinde sosyal bilimcilerin gündeminden hiç düşmedi. Küresel ölçekte iki uğrak bu tartışmaları alevlendirdi. Bunlardan ilki 2008-2009 küresel ekonomik krizi ve onun uzun erimli etkileriydi. İkincisi ise Covid-19 pandemisi ile ortaya çıkan, içinden geçmekte olduğumuz, çoklu kriz. Küresel ekonomik kriz sonrası bazı gözlemciler neoliberalizmin sonunu ilan ettiler. Başkaları ise nasıl olup da yaşamaya devam ettiğini anlamaya çalıştılar. Zombi neoliberalizm bu süreçte ortaya çıkan bir adlandırma oldu. Yaşayan ölü metaforunun geç AKP döneminde Türkiye’de neoliberalizmin büründüğü biçimi anlamlandırmak için de kullanışlı olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de neoliberal kalkınma modeli 2010’larda bir zombiye dönüştü. Sermaye ve servet birikimi süreçlerini demokratik talep ve kısıtlardan izole etme uğraşı ile mevcut emek rejimi Türkiye’de neoliberalizmi hâlâ canlı tutuyor. Zombinin ölü kısmı ise bir zamanlar emekçi sınıflara verilmiş olan refah ve sınıf atlama vaadi. Bu vaatlerin boşluğu, özellikle pandemi koşullarında artan şekilde görünür hale gelirken, bu durum hem mevcut kalkınma modelini hem de otoriter rejimi zayıflatmaya devam ediyor.
Sümercan BOZKURT-GÜNGEN