AKP anayasacılığı ve laikliğin tabutuna çakılan bir çivi daha

Muhalefet, son anayasa değişikliği önerisine tereddütsüz hayır demeli. Eğer bu ülkenin anayasasını, anayasacılığını, laik ve demokratik cumhuriyet ilkesini, yurttaşı ve başörtülü kadınları umursuyorsa. Zira bu öneri tümüne haksızlık.

AKP 2002’de iktidar oldu. Son yirmi yılda Anayasa’da sayısız değişiklik yapıldı. İlki, Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkması ve TBMM’ye girebilmesi için, Deniz Baykal başkanlığındaki CHP desteğiyle Anayasa’nın iki maddesinin değiştirilmesiydi. Bu arada bir de anayasa taslağı hazırlattı. 2007 sonrasında değişikliklerin yönü değişti.

‘AKP anayasacılığı’ (Dinçer Demirkent ile kaleme aldığımız bir makalenin başlığı) olarak adlandırdığım süreç 2007’de başladı. AYM’nin absürt ‘367 kararı’, AKP ve dönemin başbakanı Erdoğan tarafından fırsat olarak görüldü ve 2007 krizinden, ‘cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören’ bir anayasa değişikliği çıktı.

2010 ve 2017 değişiklikleri, bir parti, siyasi ideoloji ve liderin talepleri doğrultusunda yapıldı. Her anayasa değişikliği hiç kuşkusuz bir mücadelenin sonucu ve siyasetin konusudur, ancak burada kastettiğim başka bir olgu. 1982 Anayasası’nda o güne dek yapılan, başta 2001 reformu olmak üzere hemen tüm değişiklikler demokratikleşmeyi ve AB’ye üyeliği hedeflemişti. Ülke ve temel haklar-özgürlükler çıkarınaydı. 2007’de bu yönden sapıldı ve ‘süslü’ metinlerle farklı amaçların peşine düşüldü.

En ağır makyaj yapılan 2010 değişikliğiydi, paketin asıl amacı AYM ve özellikle HSYK’nin ‘halledilmesiydi’, nitelim halledildi. Söz konusu ‘hallin’ kolaylaşmasında, AYM’nin (CHP’nin açtığı davanın ardından) bir iptal kararının da etkisi oldu.

AKP 2017 değişikliğinde artık makyaja, hoş görünmeye gerek duymadığı bir aşamadaydı. Ana ilkeleri 1909 anayasa değişikliğiyle belirlenen yüz yıllık parlamenter sistem ve meclis üstünlüğü geleneği akıl almaz biçimde terk edildi, ‘atı alan Üsküdar’ı geçti’ ve demokrasilerde eşi benzeri olmayan bir hükümet biçimi yürürlüğe girdi. Anayasa tarihimizde izi takip edilebilen sınıf hakimiyetinin belirleyiciliği dahi açık değildi 2017’de. İstedi, oldu. Pişman olacakları belliydi, oldular.

Halihazırda sunulan iki maddelik anayasa değişikliği mi, yoksa 2017 değişikliği mi AKP anayasacılığının zirvesi sıfatını hak eder, doğrusu emin değilim. 2017 yılında ‘türev iktidar’ yetkisiyle yalnızca parlamenter hükümet biçimi değil, rejimin hukuksal ve siyasal niteliği değiştirilmişti ve sonunda, dilediğinde temel haklar rejimini görmezden gelebilen parti-devlet aşamasına varıldı.

Gündemdeki anayasa değişikliği önerisi, belli açılardan 2007 ve 2010 performansını hatırlatıyor. Bu kez yine muhalefet desteğine ihtiyaç var ve yine kamu yararı/hak-özgürlük makyajı söz konusu. Ancak, 2007 üzerinden ve köprünün altından çok su aktı. AKP makyaj yapma yetenek ve isteğini büyük ölçüde kaybetti ve 2007’lerde AKP hacetinde boncuk arayanlar artık başka bir konumda, aranan boncuk bulunamadı.

Öneri 336 milletvekilinin imzasıyla sunuldu. İmzacılar arasında TBMM Başkanı Mustafa Şentop da var. TBMM Başkanı’nın tarafsızlığı tartışmasına girmeyeceğim, çünkü ilgili hükümlerin ‘lafzı’ ile ‘amacı’ ayrımı, ayrıca ‘teamül’ konularına değinilmesi gerekir, çok uzar. Mustafa Şentop’un bu imzasından çok, bana kalırsa Dünya’da örnek bulmakta zorlanacağı bir başka davranışı, ‘cumhurbaşkanının bir kez daha seçilebileceğine dair kaleme aldığı yazı’, asıl dikkat çekici olandı. ‘Yasama organının başındaki kişinin, yürütme organının başındaki kişinin yeniden seçilebileceğine dair görüşlerini’ kamuoyuyla paylaşması, pek alışılmadık bir durumdu! Her neyse, konu bu değil şimdi.

Anayasa’nın 175’inci maddesine göre bir anayasa değişikliği önerisinin kabul edilmesi için 360 vekilin oyuna ihtiyaç var. 360 ile 400 arasında bir oyla kabul edilirse, zorunlu olarak halkoylamasına sunulur. 400 ve üzeri oyla kabul edilirse halkoyuna sunulma mecburiyeti yok, Cumhurbaşkanı isterse sunar istemezse sunmaz. Demek ki öneriyi sunanlar diğer partilerin desteğine muhtaç.

Önerinin amacı ne? Konunun temel haklar rejimiyle, hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesiyle ilgili olmadığı kanısındayım ve bu kanaati paylayan milyonlarca yurttaş olduğunu tahmin etmek güç değil. Kemal Kılıçdaroğlu bir çıkış yaptı ve iki rivayet işitildi: İlki, durup dururken yaptı. İkincisi, böyle bir değişiklik önerisi bekleniyordu, bu yüzden ön almak istedi. Hangisi doğru bilmiyorum, ancak şu aşamada ‘ön alamadığı’ açık sanırım. Herhalde üzerinde asıl durulması gereken, hukukun-anayasanın, özellikle temel haklar konusunun mütemadiyen siyasi kapışmanın zemini haline gelişi. Seçime altı-yedi ay kala, hele ki bu içerikte bir anayasa değişikliğini gündeme getirmek, muhalefetin sıkıştırılması niyetinin aşikarlığı, söz konusu öneriye karşı çıkılması için yeterli.

Öneride ne var?

1. Anayasa’nın 41’inci maddesi “Ailenin korunması ve çocuk hakları” başlığını taşır. Birinci fıkra: “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.” Buradaki, “eşler arasında eşitliğe dayanır” ilkesi, 2001 anayasa değişikliğiyle, bir başka söyleyişle içinde MHP Genel Başkanı’nın da yer aldığı ‘üçlü koalisyon’ devrinde getirilmişti. Şimdi, AKP ve müttefikleri (biri, yine MHP genel başkanı) bu ilkeyi değiştirip “evlilik birliği ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir” hükmünü getirmek istiyor. Gerekçesi malum. Türkiye’de bir ‘eşcinsel evlilikleri’ tehdidi olduğu kanısındalar (!) ve hazır seçim yaklaşırken bu konunun muhalefette bir ayrışmaya neden olabileceğini umut ediyorlar. Malumunuz, kendi tabiriyle, “eskiden santrafor” idi. Bu devlet bir hukuk devletiymiş, demokratik devletmiş, laik devletmiş, Anayasa’da yurttaşın ‘maddi ve manevi gelişimini sağlamak’ devlete görev olarak verilmiş, üstelik ‘ayrıştırma’ çabası olağan bir ‘tercih’ olamazmış, hiçbir önemi yok, bir santraforun gol arzusu karşısında.

2. Diğeri -ki laiklik ilkesini doğrudan ilgilendiriyor-, Anayasa’nın “Din ve vicdan hürriyeti” başlığını taşıyan 24.maddesine yapılmak istenen uzun bir ek. Başörtüsünü güvence altına almaya yönelik. Şimdi diyeceksiniz ki, “Zaten yasak yok ki, neyi güvence altına alacaklar?” Bu son derece makul sorunun onlar da farkında kuşkusuz. Bu nedenle, genel gerekçeye şöyle bir paragraf eklemişler: “Artık Türkiye’de başörtüsü yasağı ve bundan kaynaklanan herhangi bir hak mahrumiyeti yoktur. Ülkemizin başı örtülü ve başı açık kadınları her türlü temel hak ve hürriyetini kullanabilmekte, kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanabilmektedir. Ancak dinî inancı sebebiyle başını örten ve kıyafet tercihinde bulunan kadınların; yasal ve idarî düzenlemeler veya fiilî uygulamalarla, insan onuruyla bağdaşmayan, Anayasaya aykırı, ayrımcı ve çağ dışı uygulamalara bir daha maruz bırakılmamaları amacıyla Anayasal güvence getirilmektedir. Bu amaçla Anayasanın 24’üncü maddesine iki fıkra eklenmektedir.”

Görüldüğü üzere diyorlar ki, artık ülkede başörtüsü yasağı olmasa da, hazır seçim yaklaşıyorken gündeme getirip muhalefeti bölmek, hatta belki bir ‘plebisit’ ihtimali ne güzel olur! Şaka yapıyorum, böyle bir şey söylenmiyor kuşkusuz, AKP ve müttefikleri her zaman olduğu gibi hak ve özgürlükler alanının genişlemesi için çaba harcıyor.

24’üncü maddeye yapılmak istenen ek şu: “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanılması, hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaz. 

Hiçbir kadın; dinî inancı sebebiyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim ve öğrenim, çalışma, seçme, seçilme, siyasî faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile diğer herhangi bir temel hak ve hürriyeti kullanmaktan ya da kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz. Bu nedenle kınanamaz, suçlanamaz ve herhangi bir ayrımcılığa tâbi tutulamaz. Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda Devlet, ancak dinî inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.”

Adına ister laik ister seküler denilsin, Anayasası’nda ‘laik’ yazan bir Cumhuriyet’te herhangi bir hukuksal düzenleme, herhangi bir dini inancı referans almaz. Devlet, inançlar karşısında yansızdır.

Öneriye bakıp, ilk akla gelen sorular üzerine düşünelim:

Bu serbestlik, eğer konu insanların/yurttaşın inancı ise, neden yalnızca kadınlara tanınıyor? İnancı gereği sarık ve cüppe kullanan, sarığın inancının zorunlu bir unsuru olduğu kanısındaki bir erkek neden bu haktan yararlanamasın? Neden sarıklı ve cüppeli bir kamu görevlisi olamıyor? Anayasa’nın 10’uncu maddesindeki “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” hükmüne ne oldu, buharlaştı mı? Peki, önümüzdeki metin eğer kadınlara ‘pozitif ayrımcılık’ düzenlemesi ise, söz konusu ayrımcılığın gerekçesinin ‘inanç’ oluşu laiklik ilkesiyle bağdaşır mı?

İkinci fıkrasında diyor ki, “Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda Devlet, ancak dinî inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.” Ne demek bu? “Tercih edilen kıyafet” ifadesindeki sınır nedir? Çarşaf ya da burka tercih eden bir kadın hekim ya da öğretmene, hâkime, ne denilecek? Herhangi bir konuda mevzuat hazırlayanlar, öncelikle din kurallarını mı dikkate alacak? Buradan başka bir anlam çıkmıyorsa -ki çıkmıyor, inancın gereklerini geniş anlamda hukukun, dar anlamda idari işlemlerin önüne sınırları belirleyen bir ‘çerçeve’ olarak koyan devletin adı nedir? Hangi devlet, bir hizmetin gereklerini belirlerken öncelikle ‘dini inanç’ nedeniyle tercih edilen kılık kıyafeti dikkate alıp ona göre düzenleme yapar?

Yıllardır ve onlarca yazıda ‘ilgililere’ yönelttiğim ve henüz herhangi bir yanıt alamadığım basit soruyu yinelemek isterim: Bu ülkede hukuk kuralları referansını herhangi bir inançtan mı alacak, yoksa laik-seküler ilke, mevzuat ve uygulamalarından mı? Başörtüsü serbestisi temel hak ve özgürlükler bağlamında ele alınması gereken ve doğaldır ki herkesi ilgilendiren bir konu mu, yoksa yalnızca tek bir inancın gerekleri bağlamında ele alınabilir bir konu mu? Anayasanın tanıdığı bir özgürlüğün gerekçesi ‘dini inanç’ ise, bunun sınırı nedir? Bundan sonra ‘dini inancı’ temel alan hukuksal düzenlemelere hangi gerekçeyle karşı çıkılacak, karşı çıkılacak mı; yoksa artık arzulanan ve göz yumulan rejimin adını koyup rahat mı edelim?

Laik devlette idare inançlar karşısında yansız olmak zorunda. Kuşkusuz, her laik-seküler devlette bu temel ilkenin çeşitli ağırlık ve biçimde istisnaları olabilir, bunların gerekçesi genellikle tarihseldir. Sorun, o istisnaların devletin laik-seküler niteliğine ve yasa karşısında eşitlik ilkesine halel getirip getirmediği.

Örneğin hep verilen örnek, ABD. Evet sekülerdir, evet devletin dinler karşısında yansızlığı anayasa tarafından güvence altına alınmıştır, evet aynı ABD’de başkan Kutsal Kitap üzerine yemin eder, evet o yemin esnasında AYM başkanı başkanın yanındadır ve ABD’de AYM bizim muhafazakarların hiç hazzetmeyeceği kararlar da verebilir. Sistemler çokça ‘özgül’ nitelik barındırır, bunların tarihsel-siyasi gerekçeleri olur, ancak o özgül nitelikler ‘bir ilkeyi o ilke olmaktan’ çıkarmaz. Eğer Türkiye laik bir ülkeyse, laikliğin Türkiye’ye özgü yorumunda dahi (ki bu olağandır), temel bir anayasal ilkenin böyle eğilip bükülmesi mümkün olmasa gerek.

Devletin inançlar karşısındaki yansız konumuyla ilgili çok başarılı bir AYM kararı incelemek isterseniz, ‘semavi dinler kararı’ olarak bilinen 1986 tarihli kararı okumanızı öneririm.

Ezcümle, muhalefet bu metne oy vermeyi düşünüyorsa, laiklik ilkesi ve anayasacılığımızın tabutuna irice bir çivi çakacağını da bilmeli. Muhalefet ayrıca, asıl olarak kadınları ilgilendiren böyle bir konuda, dünya görüşlerinin siyasetin malzemesi haline getirilip istismar edilmesinden ikrah etmiş başörtülü kadınları, bir kez daha aynı boş tartışmaların konusu yapmaktan kaçınmalı. Bir de, değerli Berrin Sönmez’in “AKP Anayasa girişimi neden mutlaka durdurulmalı?” başlıklı yazısını mutlaka okumalı.

Kibirden burunlarının ucunu görmeyen iktidar sahipleri ve hevesli müelliflerine de küçük bir uyarı: Ola ki bu metin halkoylamasına sunulur ve muhalif yurttaş, önüne konulan ‘üç sandığa’ yönelik öfkeyle (Özal’ın marifeti nedeniyle, 1987’de yasaklı siyasetçiler az daha dönemiyordu) ‘hayır’ oyu verirse, halihazırda yasak olmayan bir kıyafet yeniden tartışma konusu haline gelir. Aynı saçmalıkları yaşamanın gereği yok. Türkiye’de başörtüsü yasağı yok. Yok.

Herkesin her şeyin farkında olduğu, kimin neyi neden yaptığını görüp bildiği bir ülke ve zamanda, muhalefet yeni bir hata yapıp bilmem kaçıncı pişmanlığını yaşamamalı artık. Yalnızca Anayasa’ya değil, ülkeye ve bize de yazık, hakikaten yeter artık, muhalefet.

Okuma önerisi: Bianet’te Ayça Söylemez, Türkiye’nin anayasa (değişiklikleri) yolculuğuna dair iyi bir özet yapmış.

Kaynak: Diken, 12 Aralık 2022 Salı