-Umarım üzerine alınanlar çıkar-
Dünyanın içine girdiği çoklu krizler üzerine daha fazla araştırmaya dayalı veriler ve iyimser ve kötümser gelecek senaryolarına aynı anda izin veren hesaplamalar yayınlanıyor. İşsizlik ve enflasyonun birikimli olarak yarattığı ekonomik ve siyasi problemlerin gelecekteki sonuçlarının işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin somutluğunda şekilleneceği aşikar. Bu cümlenin doğruluğunun kuşku götürmez olduğu, ancak özneyi belirsiz kurduğu takdirde tartışmasız kabul edileceği fikri beni epey ürkütüyor. Önce şu sorudan başlayalım: Peki bu mücadelenin öznesi olmak ne demek?
Kapitalizmin geldiğimiz aşamasında, ırkçılık, patriyarka, türcülükle beslenmiş ve şekillenmiş bir şiddetin hayatımızı borç ve kaygılarla dolu bir cehenneme çevirirken, sermayeye daha fazla kar ve servet, otoriter iktidarların oluşturduğu yönetimsel çerçevenin başındakilere de sınırsız şiddet tekeliyle güç sağladığı ortada. Bunca açıkça, ayan beyan ve basitçe görünür olan, nasıl hala sürüyor dediğimizde, bunu sadece egemenlerin gücüne bağlamak da mantıklı değil, tarihin akışına ve gerçeklere aykırı. Zira pek çok sokak eylemliliğinden meclis kürsülerindeki çağrılara hatta dijital alana yansıyan kazanımlara bakıldığında, muazzam bir ittifakla karşılaşıyoruz, sermaye ve onun suç ortakları karşısında. Ancak ezilenlerin ittifakını kurmak, o kadar kolay değil. Kapitalist patriyarkanın üzerine oturduğu sistem, güvencesiz yaşamlarımıza bizleri ikna etmek için, son derece rekabetçi, beyaz üstünlükçü hegemonya, eril ve ötekileştirici bir zemin üzerinde oturuyor. Dil de tavır da, ideoloji de bunun üzerine kuruluyor ve üzerine düşünmediğimiz sürece, kendini sürdürüyor. Görmediklerimizi yok farz ediyor, gördüklerimizi üzerimize yük kılıyor. Örneğin, tarihin kurucu öznesi olarak belirlediğimiz ‘işçi’ ye bakalım. Hep cinsiyetsiz; yani cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi açısından üzerine bir söz kurmaya gerek yok zira heteronormatif bir aile düzeninin erkek üyesinden bahsediyoruz. Aynı zamanda bedensel-ruhsal sağlığının mükemmel olduğunu önden varsayarak herkesi sağlıklı kabul eden, geri kalanları görmezden gelen veya kamusal hayatta görünürlüklerini ve katılımlarını bırakın yaşama hakkını bile sorunlaştıran bir perspektifi de bu düşünce zorunlu kılıyor. Dahası bu düşünce sistematiğinin toplumsallaşmasında da bakım ve hayatın yeniden üretimi, meta üretiminin yanında ikincil sayılıyor, çünkü değer üretimi (piyasaya) asli mücadele zeminine dönüşüyor. Bu perspektifin doğaya yansıması ise, var olmazlarsa hayatın sürmeyeceği tüm varlıkları birer ekonomik kaynak olarak görmeyi zorunlu kılıyor. Elbette sermaye ve işçi sınıfının kendi içsel hiyerarşilerinde de sınıf içi pozisyon alışları belirleyen, ırk, cinsiyet ve benzeri pek çok bağı hızlıca görüyoruz.
Tüm bu bahsettiklerimi çok daha sistematik şekilde pek çok defa dinlediğinize eminim. Burada asıl derdimi açmak istiyorum. Mücadelenin de yaşadığımız krizlere kaynaklık eden şiddetin de bu kadar belirginleştiği bir durumda toplumsal bir yıkım kaçınılmaz ise, bu toplumsal yıkıdan bizlerin izole olması mümkün mü? Yani egemenlerin egemen kalmak için giderek sarıldığı sağcılaşma ve demokratik haklarda gerilemelerden bahsederken, acaba biz kapitalizmin kendisiyle mücadele edenler, hatta patriyarkaya direnmeye çabalayanlar olarak, bu çöküşü nasıl yaşıyoruz?
Açıkçası, son zamanlarda daha da sıklıkla duyduğum cümleler beni dehşete düşürüyor. Kadınların politik mücadele içindeki yerlerini elde etmeleri kolay olmamışken, son yıllarda pek çok tartıştırmamayı ilkesel bir zorunluluk olarak kabul ettirdiğimiz pek çok prensip yeniden tartışmaya açılıp, kazanım sanki bir hak gaspı gibi konuşulmaya başlandı politik yol arkadaşlarımız arasında. Sadece toplumsal cinsiyet konusunda değil, siyahların, sakatların, transların, mülksüzlerin, mültecilerin vb. kategoriler içinde ötekileştirilen herkes konusunda. Sakatların kamusal alanları kullanabilmesinin, kendi kullanım alanını kısıtladığını düşünen otomobil sahibinin veya sürücüsünün ileri sürdüğü zorluklar, kenti ve yolları planlayanlara ve iktidar sahiplerine sakatların sözünden daha fazla ulaştığında, bu haklı oldukları anlamına mı gelir? Dahası, bir kadın olarak yaşamı sürdürmeye dair bütün yükümlülükler nedeniyle eğer ekonomik gelir elde edebileceği bir işte çalışıyorsa bile daha düşük ücret alan ve çalışma hayatı kesintisiz ilerleyemeyen bir işçinin emeklilik yaşının yükseltilmesi kararından aynı derecede mi etkileneceğini düşünüyorsunuz? Trans bir insanın market alışverişinin, natrans biriyle aynı olabilmesinin günlük mücadelesinin şiddetine rağmen kimlik mücadelelerini aşağılamaya cüret edebiliyor musunuz? Kürt coğrafyasında doğmuş ve anadilini öğrenmek için Türkçeyi iyi öğrenmesi beklenmiş birini, anadilini konuşmak istediği için kültüralist olmakla mı suçlamaya kalkıyorsunuz? Suriye veya Afganistan’da yaşamak istemediği için göç eden birinin, Almanya’da yaşamak istemediği için göç eden birinden farklı mı görüyorsunuz? Kadınların taciz ve gizli kadın düşmanlığını ifşa ettiklerinde, kadınlarla dilediğin gibi konuşamamaktan mı şikayet etmeye başladınız?
Öyle çok örnek var ki aklımda. Özgür tartışma adı altında yılların mücadelesine saygısızca saldıranların, bir kalıp kullandığını fark ettim: “Duyar kasmak”! Aslında o kasıldığı zannedilen duyarlar, dil ve gündelik hayatta yürütülen hegemonya mücadelesinin sonuçları. Bir başkasının mücadelesi, konforunuzda bir değişiklik yaratıyor olabilir. Ancak, bugüne kadarki özgürlüklerinizin aslında kolayca ötekinin üstüne bastığınız, kamusal alanda görünmez kıldığınız, emeğini fütursuzca kullandığınız veya zamanını gasp ettiğiniz için olabilir mi? İttifaklarımızı düşünürken, kapitalizmin egemenliğinin mikro iktidarlar üzerinden de yeniden kurulduğunu ve sistemi hepimizin içinde yaşadığı sömürü ilişkilerinden kurtulmakla yıkılacağını hatırlamamız gerekiyor. Zira sömürünün hangi tarafından olduğunuz ittifakın ve mücadelenin de tarafını belirler.
- Yastayız, isyandayız, meydanlardayız - 11 Mart 2023
- Fanus - 2 Şubat 2023
- Kazara hayatta kalmak - 29 Ekim 2022