Din özgürlüğü, modern toplumların temel haklarından biri olarak kabul edilir. Bu özgürlük, bireylerin herhangi bir dini inanca sahip olabilmelerini, bu inancı uygulayabilmelerini ya da herhangi bir dine inanmamayı seçebilmelerini kapsar. Ancak din özgürlüğü kavramı, bir yandan özgürlüğün kutsallığını savunanlar, diğer yandansa bu özgürlüğün bireyler arası ilişkilerde yarattığı sınır ihlalleri ve ayrımcılık biçimleri nedeniyle eleştirenler tarafından sürekli tartışılır. Dolayısıyla, din özgürlüğü kendi başına değil, diğer temel haklarla birlikte ele alınması gereken bir özgürlüktür.
Din Özgürlüğü: Koruma ve Tehlike Arasında
Tarih boyunca, seküler otorite ile dini otoritenin iç içe geçtiği durumlar çoğu zaman felaketle sonuçlanmıştır. Örneğin Katolik Kilisesi’nin Orta Çağ’daki Engizisyon uygulamaları ya da daha yakın dönemdeki cinsel istismar skandalları, dini otoritenin denetlenmediği yerlerde nasıl yozlaşabildiğine dair çarpıcı örneklerdir. Aynı şekilde, tamamen seküler sistemlerde de benzer tehlikeler ortaya çıkabilmiştir; Kamboçya’da Pol Pot rejimi, din karşıtı bir anlayışla binlerce Budist rahibi öldürmüş, tapınakları yok etmiştir. Bu örnekler, ister teokratik ister seküler olsun, gücün mutlaklaşmasının büyük tehlikeler doğurabileceğini gösterir. Bu nedenle, din özgürlüğü –belirli sınırlar içinde kaldığı sürece– bireysel özerklik ve düşünce özgürlüğünün bir uzantısı olarak değer taşır.
Özgürlüğün Sınırları: Özgürlük İçin Sınırlama Gerekir mi?
Bazılarına özgürlüğün sınırlandırılması kavramı tuhaf ya da çelişkili gelebilir. Ancak filozof Thomas Hobbes’un Leviathan adlı eserinde de vurguladığı gibi, anlamlı haklara sahip olabilmek için, bu hakların birbirini çiğnemeyecek şekilde sınırlandırılması gerekir. Örneğin mülkiyet hakkı, ancak başkalarının o mülkiyete müdahale etme hakkı olmadığında anlamlıdır. Aynı şekilde yaşam hakkınız varsa, bu, başkalarının sizi öldürme özgürlüğünün olmadığını varsayar. Dolayısıyla, din özgürlüğünün gerçek anlamda korunabilmesi, başkalarının bu özgürlüğü kısıtlama ya da kendi inançlarını dayatma hakkının sınırlandırılmasıyla mümkündür. Bu da özgürlüğün paradoksal biçimde, ancak sınırlanarak korunabileceği gerçeğini ortaya koyar.
Mill’in Zarar İlkesi ve Dini Pratikler
İngiliz filozof John Stuart Mill, özgürlük anlayışını “zarar ilkesi” üzerine kurar. Bu ilkeye göre, bir kişinin davranışı başka birine zarar vermediği sürece, o davranış özgürlük kapsamında kalır ve engellenmemelidir. Ancak başkalarına zarar verdiği noktada, toplumsal müdahale meşrulaşır. Din özgürlüğü de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Örneğin, bir kişi inancı gereği büyü yapmayı ya da ruh kovmayı savunabilir, fakat bu ritüeller başkalarının canına kast ediyorsa ya da fiziksel zarar veriyorsa, o zaman müdahale gereklidir. Aynı şekilde bir inanç sisteminin, başka inanç mensuplarına ya da inançsızlara karşı ayrımcılığı meşru görmesi de bu ilkeye aykırıdır.
İslam hukuk tarihinde de benzer tartışmalar yapılmıştır. Örneğin zarar yoktur ve zarara zararla karşılık verilmez hadisi (لا ضرر ولا ضرار), İslam’daki pek çok hukukî hükmün temelini oluşturur. Bu prensip, bireylerin kendi haklarını kullanırken başkalarına zarar vermemesi gerektiğini vurgular. Bu açıdan bakıldığında, dini gerekçelerle uygulanan bazı pratiklerin, toplumsal zarara yol açıp açmadığına göre değerlendirilmesi mümkündür.
Din Özgürlüğü, Ayrımcılık ve Ahlaki Tutarsızlık
Modern dünyada din özgürlüğü, özellikle LGBTİ+ bireyler, kadınlar ve farklı etnik gruplar karşısında bir ayrımcılık aracına dönüştürülebiliyor. Bazı kişiler, eşcinsellere karşı barınma, istihdam ve kamu hizmetlerine erişim gibi alanlarda ayrımcılık uygulamayı, dini inançlarıyla gerekçelendiriyorlar. Benzer şekilde, bazı dini gruplar kadınlara doğum kontrolü ya da kürtaj hizmeti sağlamayı, dini özgürlüklerine aykırı olduğu gerekçesiyle reddedebiliyor.
Bu argümanlar, dini inançların yalnızca belirli toplumsal gruplara karşı bir silah olarak kullanıldığı şüphesini doğuruyor. Eğer gerçekten dini gerekçelere dayanarak ayrımcılık yapılacaksa, o halde “günahkâr” sayılan diğer herkese de aynı şekilde davranılması gerekirdi. Örneğin, İslam’da içki içmek, yalan söylemek, zina yapmak veya faiz almak da büyük günahlar arasında sayılır. Ancak bu davranışlarda bulunanlara karşı mal ve hizmet satışı konusunda bir kampanya yürütüldüğü pek görülmez. Hristiyanlıkta da benzer çifte standartlar görülür: On Emir, yalan söylemeyi ve zina yapmayı açıkça yasaklarken, bu davranışlar çoğunlukla görmezden gelinir, ama eşcinsellik daha sık hedefe konur. Bu durum, ayrımcılık yapanların aslında dini ilkeleri değil, kendi önyargılarını gerekçelendirmek için dini kullandıkları şüphesini kuvvetlendirir.
Din Özgürlüğü Herkese Uygulanmadığında: Evrensellik Testi
Eğer bir kişinin, dinine aykırı bulduğu için eşcinsellere hizmet vermeme hakkı varsa, o zaman aynı mantıkla, başka bir inançtan kişi de belirli bir dini gruba hizmet vermemeyi seçebilir. Müslüman bir esnafın Hristiyan bir müşteriye hizmet vermemesi ya da Yahudi bir hekimin ateist bir hastayı tedavi etmeyi reddetmesi gibi örnekler düşünebiliriz. Bu tür durumlar, din özgürlüğünün evrensel bir hak olarak değil, keyfi bir ayrımcılık aracı olarak kullanıldığında nasıl çelişkilere yol açabileceğini gösterir.
Sonuç olarak, bir kişi yalnızca “günahsız” olduğu ölçüde ayrım yapma hakkına sahipse, bu durumda kimsenin bu hakkı kullanamayacağı açıktır. Çünkü her birey, şu ya da bu şekilde, kendi inancı açısından bir günah işlemiştir ya da işliyor olabilir. Öyleyse diyebiliriz ki: “Günahsız olan, ilk ayrımı yapsın.”
- Din Özgürlüğünün Sınırları: İnanç, İhlal ve Ahlaki Tutarsızlık - 14 Nisan 2025
- Geç Faşizmin Gölgesinde: Otoriterliğe Yeni Bir Ad Koymak - 7 Nisan 2025
- AKP’nin Siyasi Okuması: Stratejik Ustalık mı, Algısal Körlük mü? - 2 Nisan 2025