Her devlet, kendisini anlatan bir hikâyeyle yaşar. Bu hikâyede sınırlar yalnızca coğrafi değil; belleğe, dile ve hakikate çizilir. Devlet, yalnızca yasa yapan değil; aynı zamanda anlam üreten bir aygıttır. Bize kim olduğumuzu söyleyen, kim olamayacağımızı da belirleyen odur. Ne zaman konuşabileceğimizi, hangi dille konuşabileceğimizi, hangi geçmişi hatırlamamız gerektiğini, hangisini unutmamızın daha “makbul” olacağını… Bütün bunları, bir elin görünmez kılındığı bir yazgı gibi önümüze koyar.
Ama her anlatının bir hayaleti vardır. Bu hayalet, bastırılmış olanın yankısıdır. Her milli marşta duyulmayan bir çığlık, her resmi törende görünmeyen bir yüz, her ders kitabında yer almayan bir kelimedir. O hayalet, halkların parçalanmış hafızasında, dillerin yasaklanmış melodisinde, isimlerin değiştirilmiş harflerinde yaşar. Ve işte tam da orada, devletin aynasında bir kırık belirir. O kırık, egemen kimliğin suretine düşen bir gölgedir: Başka bir halkın, başka bir yurttaşlığın, başka bir adaletin mümkün olduğunu fısıldayan bir gölge…
İşte bu yazı, o gölgenin izini sürüyor. Ulus-devletin tarihsel taşıyıcılarından kopuşunu, meşruiyet krizi içinde kimliğe sarılışını ve çoğulculuğu bir tehdit olarak kodlamasını ele alıyor. Çünkü bugün “eşit yurttaşlık” fikri, yalnızca hukuki bir önerme değil; iktidarın kurucu mitosuna yöneltilmiş radikal bir sorudur: Bu devlet kimin için var?
Ulus-Devletin Tarihsel Taşıyıcısı: Burjuvazi
Modern çağın siyasal mimarisi, ulus-devlet formuyla örülmüştü. Bu form, 19. yüzyıl Avrupa’sında yükselen sanayi burjuvazisinin tarihsel ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmişti. Feodal parçalanmışlığa karşı merkezileşmiş hukuk, sınırlara tabi iç pazar, ortak bir dil, kültür ve hafıza: Burjuvazinin “akılcı düzen” dediği şey buydu. Ulus-devlet, ekonomik üretimin, siyasal yönetimin ve ideolojik inşanın senkronize bir hale getirildiği büyük bir modernist projeydi. Ulus denilen kavram, bir hayali cemaat değil, sermayenin kendisini evrensel bir kimlik içinde meşrulaştırma aracına dönüşmüştü.
Ama bu tarihsel ittifak sona erdi. Bugünün dünyasında, sınırları aşan dijital sermaye çağında, artık ulusal bir burjuvazi kalmadı. Yerli sanayiyi kalkındıran, yurttaşına istihdam sağlayan, vergilendirilmiş refahın taşıyıcısı olan burjuva sınıfı sahneden çekildi. Küresel sermaye, ne bir dile, ne bir toprağa, ne de bir yurttaşlık hukukuna bağlı. Böylece geriye, tarihsel taşıyıcısından kopmuş, içeriği boşalmış bir siyasal form kaldı: ulus-devlet.
Etnik Devlet Olarak Ulus-Devlet: Çoğulculuk Yalanı
Burjuvazisiz kalmış bir ulus-devlet, artık kendi meşruiyetini ekonomik üretim üzerinden kuramaz. Dolayısıyla, yeni bir meşruiyet kaynağına yönelir: Kimlik. Bu kimlik ise çoğu zaman bir etnik grubun devletleşmiş hali olarak ortaya çıkar. “Eşit yurttaşlık”, “milli birlik”, “toplumsal dayanışma” gibi kavramlar, egemen etnik kimliğin kendisini evrenselmiş gibi sunmasından ibarettir. Oysa devletin gerçek sahipliğini elinde tutan, o görünmez merkezde yer alan yapı, kültürel, hukuksal ve yapısal olarak bir tahakküm makinesidir.
Okul kitaplarından nüfus kayıt sistemlerine, güvenlik bürokrasisinden dil yasalarına kadar tüm mekanizmalar, bu tahakkümün yeniden üretimini sağlar. Eğer bir devlette “etnik yapıyı sorgulamak” suç sayılıyor, “çeşitlilik” tehlike olarak görülüyorsa, orada çoğulculuk yoktur. Orada, yalnızca çoğunluğun ideolojisi vardır.
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir mesele değildir. Avrupa’da göçmen karşıtlığı, Hindistan’da Hindu milliyetçiliği, Çin’de Han etnisitesine dayalı bir devlet mimarisi… Hepsi aynı yapının farklı izdüşümleridir. Modern ulus-devlet, artık bir arada yaşama tahayyülü değil, bir tür iç savaş düzeni haline gelmiştir: “Biz” olarak kodlananlar ile “onlar” olarak dışlananlar arasında kurumsallaşmış bir eşitsizlik.
Burjuvazi Gitti, Devlet Kime Kaldı?
Devletin tarihsel meşruiyet zemini olan sanayi kalkınması ve üretici sınıfla kurduğu ilişki çözülünce, geriye yalnızca yönetim kalır: İtaati sağlamak, kimliği denetlemek ve isyanı bastırmak. Devlet, artık halk için değil, halkın denetimi içindir.
Eskiden “ulusal çıkar” kavramı, üretici güçlerin çıkarlarıyla bir sınıfsal blokun ortak dilini ifade ederdi. Bugün ise bu kavram, yalnızca devletin etnik çekirdeğini korumanın bahanesine dönüşmüştür. “Ulusal çıkar”, egemen etnik grubun siyasal ve sembolik üstünlüğünü sürdürme aracıdır. Yurttaşlar arasında eşitliği değil; bir kimliğin diğerleri üzerinde kurduğu ayrıcalığı yeniden üretir.
Bu bağlamda artık şu soru kaçınılmazdır: Devletin kimin için var olduğu sorusu, onun kime karşı kurulduğu sorusuyla birleşmektedir.
Çoğulcu Devlet Mümkün mü?
Bir devleti yeniden düşünmek için sadece anayasa yazmak yetmez. Bu dönüşüm, aynı zamanda sınıfsal, kültürel ve tarihsel bir kopuş gerektirir. Çünkü çoğulculuk, yalnızca bir arada yaşamayı değil; farklı kimliklerin eşit koşullarda, baskılanmadan, inkâr edilmeden var olmasını zorunlu kılar. Bu ise, egemen kimliğin ayrıcalıklarından vazgeçmesini gerektirir.
Ancak bu ayrıcalıklar sadece politik değildir. Aynı zamanda ekonomik (mülkiyet ve kaynak dağılımı), sembolik (resmi tarih ve kültür politikaları) ve ideolojiktir (milli bilinç, dil, vatandaşlık tanımı). Bu nedenle çoğulcu bir devlet inşası, yalnızca hukukla değil; tarih, dil, eğitim, kültür ve hafıza ile yürütülmesi gereken çok katmanlı bir mücadeleyi içerir.
Ulus-Devletin Ötesi: Radikal Demokrasi
Ulus-devletin etnik karakteriyle sürdürülemez hale geldiği bir çağda, yeni bir siyasal tahayyüle ihtiyaç var. Bu tahayyül, radikal demokrasi olabilir. Radikal demokrasi, devleti bir etnik grubun mülkü olmaktan çıkarıp, tüm kimliklerin eşit yurttaşlık temelinde temsiline dayalı bir siyasal ortaklaşmaya dönüştürme projesidir.
Bu yalnızca azınlıkların değil, çoğunluğun da kendi kimliğini sorgulaması anlamına gelir. Çünkü egemen kimlik, kendisini “normal” kabul ettiği sürece, başkasını hep “öteki” olarak konumlandıracaktır. Bu döngü kırılmadıkça, ne eşitlik mümkündür, ne adalet, ne de barış.Dolayısıyla, etnik devletten demokratik devlete geçiş bir tarih yasası değil, politik bir tercihtir. Ve her tercih gibi, mücadele ister. Bu mücadele, artık ertelenemez bir çağrıdır. Ulus-devletin çatlaklarında filizlenen bu yeni siyasal tahayyül, ancak örgütlü bir itiraz ve evrensel bir dayanışmayla ete kemiğe bürünebilir.
- Ulusal Devletler ve Etnik Kimlik: Çoğulculuk ve Geçmişin Yeniden Okunması - 14 Mayıs 2025
- Bir Efsanenin Çöküşü: Yüzde 30’luk Masalın Ardından - 19 Nisan 2025
- Karşı-Hegemonya: Halkın Yeni Sözü - 17 Nisan 2025