Dil Olarak Hegemonya

Siyaset yalnızca seçim kazanmak, kanun yapmak veya miting düzenlemek değildir; onun en derin ve kalıcı cephesi insan zihninde yürütülür. Bu cephede savaşın silahları toplar veya tanklar değil, kelimeler, imgeler ve kavramlardır. İktidar, toplumu yönetmek için yalnızca zor aygıtlarına yaslanmaz; aynı zamanda insanların “doğru”yu, “yanlış”ı, “meşru”yu ve “tehdit”i hangi kelimelerle tanımlayacağını belirler. Bu, basit bir dil oyunu değildir; zihinsel bir işgal ve rıza üretme stratejisidir. Türkiye özelinde son yılların siyasal pratiğine baktığımızda, iktidarın en büyük başarısının yalnızca seçim kazanmak veya devlet kurumlarında hakimiyet kurmak olmadığını görürüz. Asıl başarı, toplumsal hayatın dilini yeniden inşa etmek, gündelik hayatın algılarını ve duygusal kodlarını yeniden yazmak olmuştur.

Bugün gündelik siyasette en çok duyduğumuz kavramlar, sadece teknik tarifler değil, aynı zamanda toplumsal bir duygu haritası işlevi görür. “Beka”, “milli çıkar”, “yerli ve milli”, “dış güçler”, “terörist” gibi kavramlar, yalnızca anlamlarıyla değil, taşıdıkları duygusal ton ve çağrışımlar üzerinden toplumu şekillendirir. “Terörist” dendiğinde, hukuki tanımı bilen azdır; ama herkesin zihninde önceden kodlanmış imgeler belirir. “Beka” kelimesi duyulduğunda soyut ama güçlü bir tehdit algısı devreye girer. Bu etki, kelimenin sözlük anlamından değil, ideolojik ve duygusal yükünden kaynaklanır. O kelimenin arkasında, sürekli yeniden üretilen bir korku, bir tehlike ve bir “öteki” imgesi vardır. Bu imgeler, bireyleri kendi içlerinde, devletin ve iktidarın belirlediği sınırlar içinde düşünmeye zorlar.

Muhalefet, bu dil evrenine sıkıştığında farkında olmadan iktidarın çizdiği gerçeklik haritasında yürümeye başlar. Hangi kelimeyle konuşursak, o kelimenin ait olduğu zihinsel coğrafyaya da adım atmış oluruz. Örneğin “beka” kelimesini alıp, “Evet, ülkenin bekası önemli ama…” diye başlayan bir cümle kurduğumuzda, tartışma çoktan iktidarın açtığı koridora kaymıştır. Mesele, halkın gündelik yaşamındaki somut sorunlardan çıkmış, soyut bir güvenlik söylemine yönelmiştir. Böylece iktidarın öncelikleri, muhalefetin dilinde yeniden üretilir. Bu yalnızca taktiksel bir hata değil; ontolojik bir teslimiyettir. Her kelime, yalnızca dilsel bir birim değil, bir tarih, bir bağlam ve bir çıkar ilişkisi taşır. Onu kimin ürettiği, hangi koşullarda dolaşıma soktuğu ve hangi toplumsal tabakaların çıkarına hizmet ettiği, kelimenin anlamını belirler.

Türkiye’de toplumsal rızanın inşası, büyük ölçüde dil üzerinden yürütülmüştür. Medya, eğitim sistemi, devletin resmi söylemi ve gündelik yaşamın sohbetleri, ortak bir kelime dağarcığını sürekli pekiştirmiştir. Bu dağarcık, çoğu zaman halkın kendi deneyiminden değil, iktidarın kurguladığı ulusal hikâyeden beslenir. Bir yurttaş, pazarda artan domates fiyatını “ekonomik saldırı” olarak açıklamaya başladığında, kendi somut deneyimini iktidarın ideolojik filtresinden geçiriyor demektir. Bu yalnızca bilgi eksikliğinden kaynaklanmaz; kelimeler, düşünme biçimimizi ve algı haritamızı şekillendirir.

İktidar, dil aracılığıyla toplumsal sorunların hangi boyutlarının görünür olacağını ve hangi çözümlerin makul sayılacağını belirler. “Beka” söylemi, vatandaşın ekonomik sıkıntılarını, sağlık ve eğitim sorunlarını gölgede bırakırken, güvenlik söylemi üzerinden bir öncelik hiyerarşisi kurar. “Milli çıkar” kavramı, sermaye elitlerinin çıkarlarını ve devletin ulusal stratejilerini, halkın somut çıkarlarından üstün kılacak şekilde konumlandırır. “Dış mihrak” veya “terörist” etiketleri, farklı politik görüşlerin veya toplumsal muhalefetin meşru taleplerini kriminalize eder. Bu kavramlar, sadece ideolojik bir yük değil, toplumsal kontrolün araçlarıdır.

Muhalefetin görevi, iktidarın kelime haznesinden “doğru” kelimeyi seçmek değil, kendi kelimesini üretmektir. Bu, sadece yeni sözcükler icat etmek anlamına gelmez; dünyayı başka türlü görmek, başka türlü düşünmek ve başka türlü organize etmek demektir. Her yeni kavram, yeni bir bakış açısının kapısını açar. Örneğin “beka” yerine “yaşam güvencesi” dendiğinde, tehdit söylemi değil, vatandaşın sosyal ve ekonomik haklarının korunması ön plana çıkar. “Milli çıkar” yerine “halkın çıkarı” dendiğinde, sermaye elitleri ile emekçi sınıflar arasındaki fark görünür olur. Tartışma ekseni, iktidarın belirlediği güvenlik odaklı çerçevenin dışına çıkar.

Hegemonya, yalnızca devlet gücüyle değil, toplumsal rızayla ayakta durur. Bu rıza, kelimeler üzerinden üretilir ve toplumsal bilinçte kendiliğinden görünür hale gelir. İktidar, kelimeler aracılığıyla neyin konuşulacağını, hangi sorunların öncelikli görüleceğini ve hangi çözümlerin makul sayılacağını belirler. Bu zinciri kırmak, iktidarın dilinden kopmakla başlar. Halkın kendi deneyiminden türeyen kavramları öne çıkarmayan her siyaset, farkında olmadan iktidarın kurduğu hikâyeye figüran olmaya mahkûmdur. Türkiye’nin siyasal geleceği, yalnızca kimin iktidar olacağı sorusuyla değil, hangi kelimelerle konuşacağımız sorusuyla da belirlenecektir.

Dil, siyaset için bir vitrin değil, bizzat çatışma alanıdır. Gerçek değişim, sandıkta oy sayımından önce, kelimelerin zihnimizde yarattığı dünyada başlar. Kelimeler değişirse, düşünceler değişir; düşünceler değişirse, toplumsal düzen de değişir. Muhalefet, iktidarın belirlediği kavramsal haritada yürümeden, kendi kelimeleri ve kendi çerçeveleriyle konuşmadan, halkın algısını değiştiremez. Bu, sadece dilsel bir mücadele değil, ontolojik bir mücadeledir; varoluş, algı ve toplumsal rıza üzerinde yürütülen bir savaş.

Türkiye özelinde, AKP’nin son yirmi yıllık pratiğine bakıldığında, bu hegemonik dilin nasıl inşa edildiğini gözlemlemek mümkündür. “Beka” söylemi, 15 Temmuz sonrası sürekli tekrar edilerek toplumsal bilinçte yerleşmiş, muhalefeti her tartışmada güvenlik merkezli bir çerçeveye hapseden bir kavramsal tuzak haline gelmiştir. “Milli çıkar” ve “yerli ve milli” vurgusu, ekonomik ve sosyal politikaları meşrulaştırırken, toplumsal eşitsizlikleri görünmez kılmıştır. “Dış güçler” söylemi, yurttaşları sürekli tehdit algısı altında tutarak, içerdeki muhalefeti kriminalize eden bir çerçeve oluşturmuştur. Bu kavramlar, yalnızca birer kelime değil, toplumsal algıyı ve bilinç akışını yönlendiren araçlardır.

Muhalefet, bu tuzakları fark etmeli ve kendi kavramlarını yaratmalıdır. Kendi kelimesini üretmek, aynı zamanda toplumsal algıyı ve gündemi yeniden inşa etme cesaretini göstermektir. “Beka”ya karşı “yaşam güvencesi”, “yerli ve milli”ye karşı “toplumsal dayanışma ve eşitlik”, “dış güçler”e karşı “halkın iradesi” gibi kavramsal karşılıklar geliştirmek, yalnızca retorik değil, bir politik strateji olarak işlev görür. Bu, halkın gündelik yaşamını ve deneyimlerini merkeze alan, devletin ve iktidarın belirlediği algı haritasını tersine çeviren bir stratejidir.

Kelimeler, toplumsal tahayyülün çerçevesini belirler. Eğer bir topluma yalnızca tehdit, dış güçler ve bekaya odaklanan kavramlar sunuluyorsa, düşünce ufku daralır; muhalefet de bu dar alanda tartışmaya mahkûm olur. Ancak halkın kendi deneyiminden türeyen kavramlar öne çıkarıldığında, düşünce ufku genişler; tartışma alanı iktidarın belirlediği sınırlardan çıkar. Türkiye’deki muhalefet, kelimeleri yalnızca savunma amacıyla değil, saldırı ve yeniden inşa amacıyla da kullanmalıdır.
Bu süreç, yalnızca dilsel bir mücadele değil; aynı zamanda toplumsal bilinç ve rıza üzerinde yürütülen bir mücadeledir. Muhalefet, iktidarın kavramlarıyla değil, kendi kavramlarıyla konuştuğunda, toplumsal algıyı ve gündemi şekillendirme gücünü elde eder. Bu, bir ontolojik mücadele, bir algısal hegemonya mücadelesidir. Kendi kelimeleriyle konuşamayan bir muhalefet, farkında olmadan iktidarın kurguladığı dünyada yaşamaya devam eder.

Sonuç olarak, Türkiye’de siyasal mücadele yalnızca sandıkta, yasama organında veya miting alanında yürütülen bir savaş değildir; kelimelerin, kavramların ve dilin zihnimizde kurduğu dünyada da sürer. Muhalefet, iktidarın diline teslim olmamak, kendi kavramlarını yaratmak ve toplumsal algıyı yeniden inşa etmek zorundadır. Kelimeler değişirse, düşünceler değişir; düşünceler değişirse, toplumsal düzen ve iktidar ilişkileri de değişir. Dil, siyasetin en ön cephelerinden biridir ve bu cephede kazanılan her zafer, toplumsal değişimin önünü açar.