Türkiye’de tekrar siyasi bir dönemece doğru yaklaştığımız hissinin yayıldığı bu günlerde önce 7 Eylül 2018’de Gazete Duvar’da yaptığım bir değerlendirmeyi hatırlatmak istiyorum:
“Türkiye’de faşizme kayışı, yaşadığımız ekonomik krizin durdurabileceğini düşünmüyorum. Tam tersi kriz mevcut siyasi ve iktisadi koşullarda bu yönde bir kayışı hızlandırabilir. Krizin faşizan bir yönelimi hızlandırmasının ne yazık ki hem küresel hem Türkiye’ye özgü şartları mevcut.
Türkiye’ye odaklanacak olursak, Eric Zürcher AKP’nin Türkiye’deki uzun dönemli iktidarını, verili kabul ettiği bir merkez-çevre ikilemi üzerinden açıklamış. Hâlbuki AKP’ye bu muhafazakâr söylemi yeniden üretip iktidarını sağlamlaştırma imkânını, 2002’den 2013’e kadar olağanüstü avantajlı seyreden küresel finansal ortam sağladı. AKP, bu döneme damgasını vuran ucuz dış kredi bolluğunu, ülke ekonomisini kamusal bir mantıkla ve bütünsel bir kalkınma stratejisi üzerinden güçlendirmek için değil parti iktidarını uzun dönemde ayakta tutacak kesimleri kendisine bağlamak için kullandı. Uluslararası rekabet gücü düşük sermaye gruplarını devlet eliyle palazlandırdı ve ülkenin gerçekten en fakir kesimlerini 2002 öncesindeki yaşam koşullarıyla karşılaştırılmayacak bir tüketim imkânına kavuşturdu. Bunu yaparken sermayenin toplum üzerindeki tahakkümünü derinleştiren emeğin güvencesizleşmesi ya da sosyal hakların olağanüstü gerilemesi gibi neoliberal dönüşümleri de muhalefeti etkisizleştirerek kolayca hayata geçirdi. Bu dönüşümler uzun vadede AKP’yi destekleyen kesimlerin de varoluşunu tehdit ediyor ama gelecekten bugüne kadar zaten fazla beklentisi olamamış kesimler için bugün bu göze alınabilecek bir risk. Partiye bağlılıklarını sürdürerek kendilerini kurtarabileceklerine inanıyorlar.
Ekonomik kriz toplumsal düzeyde başka bir riski tetikliyor, o da bu kesimlerin bu inancının yıkılması ve AKP ile aralarında kurulan saadet zincirinin kopması. Cumhurbaşkanı, bu kesimlerin kriz nedeniyle yaşayacağı kaçınılmaz kayıpları ve hayal kırıklıklarını, çatışmacı bir siyasi dille idare edebileceğini sanıyor. İdare edemezse iktidarı bırakıp bunun siyasi bedelini ödemeye hazır değil.
Muhtemelen iktidarını siyasi çatışmaları ulusal ve uluslararası düzeyde derinleştirerek sürdürmeye çalışacak. Bu bedelin AKP’nin iktidardan düşmesiyle ödenip biteceğini düşünmek ise ayrı bir naif beklenti. Çünkü Pandora’nın kutusu bir kez açıldı ve yoksul kesimler daha önce hayal bile edemedikleri bir dünyayı hayal etmeye başladılar. Bahadır Özgür’ün 11 Ağustos’ta Duvar’daki yazısında yaptığı uyarıyı bu nedenle özellikle sol muhalefetin tekrar düşünmesi gerekiyor: “Krizin değersiz kıldığı kitlelerin ekonomik olarak tatmin edilebileceği seviyenin çoktan geçildiğini gördüğü için de [Erdoğan] tercihini çok net ortaya koyuyor: Değersizleşen kitlelere siyasi bir değer atfederek yönetmek!
Erdoğan, mecbur kaldığı bir ‘kurtuluş savaşı’ ilan etmiş durumda. Bu savaşı kendi siyasi ikbali için mi yoksa ona inananlar için mi başlattığını gösterecek turnusol kağıdının ise muhalefetin Twitter’dan yaptığı dolar esprileri olmadığı muhakkak. Zira her şeylerini kaybetmeye başlamış insanların bir de varlığını değersiz görmek tam da Erdoğan’ın acilen ihtiyaç duyduğu ateşi yakmak anlamına geliyor. O ateşin kimi yakıp küle çevireceğini de kimse bilemez.”
Kontrol edilememesi durumunda bu ateş, AKP iktidarını da bugün ona muhalif görünen kesimleri de yakabilir. Ana akım muhalefet bu tehlikeyi görüp çoktan sessizce AKP’nin yanına geçmiş durumda. Zira sermaye birikiminin derinleşen çelişkilerinin, Türkiye’de sermayenin iktidarını sarsmadan idare edilebilmesi sadece AKP’nin sorunu değil. Benzer koşulların pek çok Güney ülkesi için de geçerli olduğunu, bu nedenle sermaye iktidarının artık ne Türkiye’de ne de dünyada demokratikleşmeyle bir arada yürümesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu şartlarda, faşizme kayışı ancak kitlesel bir kapitalizm karşıtı mücadele engelleyebilir.”
Geçtiğimiz 5 ayda derinleşen siyasi krizin (ne yazık ki) bu yorumun haklılığını ortaya çıkardığını düşünüyorum. Bugün yapılan pek çok önemli siyasi analizi (Hakkı Özdal ve Kemal Can’ın Gazete Duvar’daki son yazıları gibi) bu sınıfsal tespitle beraber okumak ufuk açıcı olacaktır.
Peki, ülkeyi bir bütün olarak çöküşe götüren bu süreç nasıl tersine çevrilebilir? AKP’yi ya da Erdoğan’ı bertaraf edip (ki bunun nasıl olabileceği de hiç belli değil) AKP’nin 2002’den bu yana sadakatle uygulayıp, iktidarını kurtarmak için bütün inceliklerini kullandığı neoliberal sermaye projesini olduğu gibi sahiplenecek başka bir iktidar kurma hayali, Türkiye’yi çok kısa süre içinde -daha da derinleşmiş olarak- aynı çıkmazın içine sürükleyecektir.
Kişisel olarak, sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu gidişatın kapitalizm içinde bir çözümü olduğunu düşünmüyorum. Ama Türkiye’nin dünyadaki genel karanlık gidişten dahi negatif ayrıştığı düşünülürse, en azından dünya ortalamasının gerisine düşmemek için yapılacaklar olabilir.
Bu ara formül, borç içinde yüzen fakir kesimleri (ki AKP’nin sadık tabanının hala bu toplamın içinden geldiğini düşünüyorum) onurlu yurttaşlar olarak sistemin içine çekecek yeniden dağıtımcı bir ekonomi anlayışının hayata geçirilmesinden geçiyor. Dünyada ve Türkiye’de emeğin gücünü bu kadar zayıflatmışken, neoliberalizmin ve onun takipçisi sermaye kesimleri ile siyasi iktidarların, Türkiye’de bu tür bir formülün hayata geçmesini engellemek için ellerinden gelen herşeyi yapacakları açık. Bu tür bir formül, anti-kapitalist olmamasına rağmen dünyadaki yerleşik neoliberal düzenle kafa kafaya bir çatışma demek.
Bize bu çatışmaya taktik icabı değil gerçekten girebilecek, ama bunun için de önce, olabilecek en geniş toplumsal uzlaşma ve demokratik katılımla ülkede barışı yeniden kuracak cesur bir siyaset gerek. ‘En geniş uzlaşma’ ülkenin önündeki devasa sorunları kendi kısa vadeli iktidar hırsları için değil, çocuklarının geleceği için akılla, sevgiyle ve toplumsal sorumlulukla çözmek isteyen her kesiminden insanı kapsamalıdır.
Not: Pınar Bedirhanoğlu’unun Facebook sayfasında alınmıştır.