Göçmenleri, maruz bırakıldıkları problemlerden ötürü ne sadece “mağdur” ne de giderek artan göçmen karşıtlığının söylediği gibi “tehdit” olarak görmek gerekir. Göçün kendisi yansıtıldığı gibi bir problem değil; sosyal, kültürel ve ekonomik bir güç ve baskılara karşı bir toplumsal hareket biçimidir.
Nüfusun mekânsal hareketliği insanlık tarihi kadar eskidir. Bu hareketliğinin zamanla dönüşen farklı formları ve nedenleri söz konusudur. Modernite öncesi zamanda nüfusun mekânsal hareketliliği olağan bir fenomenken, modern toplumla bu durum müphem bir mesele haline dönüşür: bir yandan nüfusun (emeğin dolaşımı) modern toplumun yapısal karakteristik bir özelliğini teşkil ederken, diğer taraftan, hareketlilik adeta bir “doğal felaket” gibi baş edilmesi gereken bir tehdit olarak kayda geçer. Modern kapitalizm bir yandan ulusal ve uluslararası ölçekte nüfusu taşradan merkeze doğru çeker, diğer yandan yerinden ettiği bu nüfusu kent mekanlarında sabitleyip verimli, üretken ve idare edilebilir varlıklar olarak disipline eder. Nitekim, modern kapitalizm öncelikle üretim ve tüketime dayalı bir sistemdir. Hem emek akışını hem de sermaye, meta ve hizmetlerin dolaşımını gerektiren bir sistemdir. Ne var ki sermayenin ve metaların hareketi neredeyse engel olunmadan problemsiz gerçekleşirken, emeğin dolaşımı sıra dışı bir sorun, bir skandal muamelesi görür.
Modern toplumlardaki söz konusu göç sorunsalını çeşitli ölçek ve düzeylerde açıklamaya çalışan sosyolojik yaklaşımlar var. Bunlardan bir tanesi göçü İtme- ve Çekme faktörleri (push and pull) üzerinden açıklar: göç veren ülkenin menfi ekonomik ve politik durumları itici-harekete geçirici faktörler olarak, göç alan ülkenin cazip imkanları da hareketin istikametini belirleyen çekici faktörler olarak betimlenir. Diğer bir tanesi Dünya Sistem Teorisidir. Buna göre göç, nüfus hareketliliği modern endüstriyel ekonomilerin yapısal gereksinimleri olarak ortaya çıkar, yoksa rasyonel olarak hareket eden bireylerin veya ailelerin kararlarına indirgenmez. Göç, kapitalist pazarın periferilere girmesinin doğal bir sonucu olarak gelişmiş ülkelerdeki ucuz işgücüne yönelik kapitalist piyasa talebi nedeniyle gerçekleşir. Ve piyasa ekonomisinin bu talebi devletler tarafından karşılanarak, ikili anlaşmalar yolu ile, yoksul çevre ülkelerden işçiler merkez ülkelere getirilir. Bunun en tipik örneklerden biri ABD’den, 1940’larda Meksika’lı emekçilerin mevsimlik işçiler olarak tarımda çalışmasını düzenleyen Bracero programı adı verilen anlaşmadır. Diğer örnek ise Avrupa’dan: hepimizin malumu sanayi de çalışmak şartıyla 1960’larda İtalya, İspanya ve Türkiye başta olmak üzere çeşitli periferi ülkelerden çekirdek Avrupa’ya göçü düzenleyen Misafir İşçi Programdır (Alm. Gastarbeiter Programm). Daha güncel bir formu ise AB ile Türkiye arasında Suriyeli Göçmenlerin belirli bir ekonomik yardım karşılığında Türkiye sınırları içinde tutulmasına ilişkin yapılan “Göç mutabakatı”dır.
Çevreden Merkeze Hareketlilik
Son yüzyılda, özellikle ikinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası göç, piyasa ekonomisinin, insanların çevre coğrafyalardan kopmasını ve yerinden edilmesini tetikleyen doğal genişlemesi olarak ortaya çıkar. Çevre ülkelerden düşük ücretli ve düşük statülü ücretli işçileri gelişmiş merkezi ülkelerdeki kentsel mekanlara dahil eden bu küresel ekonomidir. Merkezi kentsel mekanlarda ise sanayi çağında fabrika işçilerine ve içinden geçtiğimiz sanayi sonrası dijital bilgi çağında ise temel olarak kültürel sermayeyi bedeninde tecessüm etmiş vasıflı emeğe gittikçe artan bir talep var. Sanayinin veya tarımın ihtiyaç duyduğu kol emeğinden farklı olarak, eğitime dayalı yetişmiş insan sermayesi bugünden yarına ortaya çıkan bir emek formu değil, aksine çocukluktan – üniversiteye veya mesleki eğitime kadar ciddi yatırım gerektirir. Türkiye’de veya Hindistan’da halihazırda yetişmiş insan sermayesini merkez ülkeler – kendileri hiçbir yatırım yapmadan- “transfer” edebilmektedirler. Üretim araçları olarak emeğin ve ekonomik sermayenin, formları zamanla değişmiş ve çeşitlenmiş olsa bile, işlevleri ve akış yönleri bakımından değişmeyen yapısal bir durum göze çarpıyor: Kalkınmış merkez ülkelerden, emeğin ucuz olduğu çevre ülkelere doğru ekonomik sermaye akarken, kültürel sermaye olarak vasıflı emek ise tam zıt yönde, çevre ülkelerden zengin merkezlere akmaya devam ediyor. Bir yandan -yerli emeği cezbetmeyen- otellerde, restoranlarda ve evlerde temizlik ve bakım emeğine merkez ülkelerde gittikçe artan bir talep söz konusudur, diğer yandan ise plazalarda çalışacak vasıflı insan emeğinin gittikçe artan bir şekilde çevreden zengin ülkelere kaymaktadır.
Tercih Olarak Göç
Makro düzeyde büyük resmi analiz eden Dünya sistemi teorisinin aksi sayılacak görüşleri dillendiren başka bir sosyolojik kuram ise, mikro düzeyde bireysel kararlara odaklanan faydacı -rasyonel Seçim kuramıdır. Buna göre akılcı davranan özneler olarak bireyler veya aileler gelirlerini maksimize etmek için göç yoksul bölgelerden zengin bölgelere göç ederler. Bireyler, bireysel becerilerini ve emeklerini sermayelerine dönüştürerek geleceklerine yatırım yapan girişimci vatandaş-özne olarak tanımlanırlar. Yani, maliyet ve fayda analizine dayanarak bireyler başka ülkelerde taşınmanın ve çalışmanın mantıklı olup olmadığına karar verirler, eğer beklenen göç maliyeti beklenen gelirden daha azsa göç etme eğiliminde olurlar. Yani, göç, gelirin maksimizasyonu ve kalkınma için temel fırsatlardan biri olarak görülür. Bu yüzdendir hareketlilik düşük ücretli veya işgücü fazlası olan ülkeden yüksek ücretli veya işgücü kıtlığı olan ülkeye doğru gerçekleşir. Ve bu kurama göre uzun vadede göç süreci, göçmenlerin kendi ülkelerine geri gönderdikleri havaleler yoluyla gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki ücret farkını azaltacaktır. İnsanların ücret farklılıklarından dolayı göç ettikleri varsayıldığından, bu farklılıklar giderilirse hareketlilik de sönümlenir denmektedir. Demek ki, küresel pazarın talebi ya da kısıtlamaları değil, daha ziyade maliyet-fayda hesaplamaları yapan bireylerin “özgür” seçimi göç hareketini tetikler.
Toplumsal Öznellik
Yukarda sözünü ettiğim makro yaklaşım göçmenin toplumsal öznelliğini yok sayarken, göç dinamiğini devletler arasındaki ikili anlaşmalara indirger. Piyasayı /ekonomik sermayeyi aktif bir fail olarak görürken emeği de edilgen bir konuma iter. Yani, yapısalcı makro teorik yaklaşım, iktidar yapılarını, insanların hareketini gözetim ve kontrol teknolojileri aracılığıyla kontrol eden küresel kapitalist ve politik seçkinler tarafından şekillendirilen bir mesele olarak okur. Faydacı mikro kuram ise insanları edilgen nesneler olarak değil, -emeği bedende tecessüm etmiş bir kültürel sermaye olarak gördüğünden, onları aktif girişimciler olarak görüp bireylerin/ailelerin motivasyonlarına ve gelecek beklentilerine prim verir. Ne var ki, insanın daha iyi bir yaşam beklentisini sadece ekonomik faktörler (ya makro piyasaların emek talebi olarak ya da kişilerin gelir artırımı) üzerinden açıklanması sorunlu bir yaklaşım. Bugün beyaz yakalı eğitimli insanların “iyi” bir yaşamdan beklentisi sadece daha fazla gelir olmayabiliyor. Ya da gelişmiş ülkelerdeki piyasa onların emeğini talep etmediği durumlarda bile, geliri ve itibarı daha düşük bir işi göze alarak, daha rahat ve özgür olabileceklerini düşündükleri yerlere göç etmeyi tercih edebiliyorlar. Nitekim, son dönemlerde Türkiyeli eğitimli genç nüfus, kendi memleketlerinde çalışmayı kendilerine yakıştırmadıkları sektörlerde ve iş kollarında çalışma pahasına, Avrupa metropollerine göç etmektedirler. Vasıflı bu genç nüfusu bir tür gönüllü sosyal/ kültürel mülteciler olarak görmek mümkün.
Göçmenlerin Özerkliği
Kar- fayda analizine dayanan mikro teorinin yanıldığı ikinci bir nokta ise ekonomik gelişmenin uluslararası göçü mutlaka azaltacağına dair beklentisidir. Aslında göç gönderen ve alan ülkeler arasındaki ücret farklılıkları ortadan kaldırıldığında nüfus hareketliliği durmaz. Çünkü, ilk olarak, en yoksul olan ülkelerden değil gelişmekte olan ülkelerde göç baskısı fazla olur. İkincisi, en dipteki yoksullar değil, göç edecek kadar maddi kaynağa ve belirli düzeyde sosyal ve kültürel sermayeye sahip kesimler göçe meyil ederler. Üçüncüsü, emeğe olan talebin azalması ile göç durmaz, çünkü göçün ve göçmenin belirli bir özerkliği vardır. Misafir işçiler örneğinde gördüğümüz gibi göç sürecinde yeni faktörler, dinamikler ve ilişkiler ortaya çıkar.
Bu durum bizi “göçün özerkliği” kuramına getirir. Bu kavramsal bakış makro dinamikleri de gözetmek suretiyle göçmenlerin gündelik pratiklerine odaklanırken, söz konusu gündelik hayatta kalma taktik ve stratejilerini, mağdur- suçlu ikiliğinin ötesinde analiz eder. Göçün özerkliği fikri, devlet gücünün ve piyasa talebinin göçmenlerin seçimlerini ve motivasyonlarını tamamen kontrol etmesinin imkansızlığı üzerine temelleniyor. Göçmenleri, yüksek teknolojik sınır denetimine rağmen ve piyasa talebi yokluğuna rağmen, harekât kabiliyetine sahip özerk özneler olarak görmeyi önerir. Göçün özerkliği kuramı deyim yerindeyse, göçmenleri nesneleştiren perspektif yerine, göçmenlerin perspektifine odaklanıp onların gözünden onları anlamaya ve açıklamaya çalışır: onların öznel uygulamalarına, motivasyonlarına, beklentilerine, arzularına, hayatlarını anlamlandırma ve hayatla ilişki kurma biçimlerine, gerçekleri inşa etme ve yorumlama pratiklerine odaklanır. Bu teori, bir yandan göçmenleri suçlulaştıran ırkçı ve güvenlikçi söyleme bir tür siyasi müdahale olarak görülebilir, diğer yandan göçmenleri yalnızca sosyal yapıların kurbanları ve siyasi baskıların, suç örgütlerinin, kaçakçıların vb. sonuçlarının kurbanı olarak temsil eden insani söyleme de bir müdahalede bulunur. Halbuki asıl etik mesele onların verdikleri toplumsal mücadeleye odaklanabilmek ve göçmenlerin kendi içindeki farklılaşan pratiklerine ve motivasyonlarına bakabilmektir: farklı sektörlerde çalışan işçi ve esnaflar olarak; yurttaşlar ve kaçaklar olarak, göç sürecinde kendilerini ve içinde yaşadıkları toplumu nasıl dönüştürdükleri, alıcı ve gönderen ülkelerdeki sosyal ilişkileri nasıl etkilediklerine odaklanmaktır mesele.
Göçmenlerin özerkliği fikrinin arkasında, öznelerin liberal bir karinesi olan “özgür seçim” savı yoktur. Dolaysıyla, yalnızca maliyet-fayda hesaplamalarının sonucu, sırf ekonomik çıkarlarının peşinde koşturan girişimci özneler varsayımına dayanmaz. Aynı şekilde göçün özerkliği yapısalcı-işlevselci kurama da mesafeli durarak, göçmenleri toplumsal yapıların ve piyasanın edilgen kurbanları olarak da görmez.
Kurucu Güç: Göçmenler
Göçmen ne sadece homo ekonomikustur, ne de sadece homo emektir, göçmen aynı zamanda bir toplumsal ve siyasal güçtür. Ünlü Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun ifadesiyle göçmenleri toplumu yapılandırıcı ve toplum tarafından yapılandırılmış özneler olarak görmektir: Göçmenler yaşadıkları toplumlarda toplumsal yapılardan etkilenir ve dönüşürler fakat aynı yapıları etkiler ve dönüştürürler. Emeği, yaşamı ve aidiyet dünyasını yeniden şekillendiren ve aynı zamanda kapitalizmi küresel, bölgesel ve yerel düzeyde yeniden şekillendiren, seferber olmuş göçmen güçleridir söz konusu olan. Toplumsal mücadeleleri olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen ve dönüştüren yeni direniş biçimlerini icat eden söz konusu güvencesiz göçmen öznelliklerini dünyanın her yerinde gözlemliyoruz. Göçün idaresi her zaman sınırlıdır, düzenlenebilir ancak tamamen kontrol edilemez. Göçmeni, değişen, değiştiren ve eyleyen bir toplumsal güç, bir toplumsal hareket bir kolektif aktör olarak görmek gerekir.
Yasal haklardan yoksun olmalarına rağmen eğitim, barınma, tıbbi bakım, çalışma yetenekleriyle ilgili olarak vatandaşlık haklarını fiili olarak elde ederler. Hukuken tanınmasalar bile, haklarına sahip çıkmakta ve haklarını cari olarak icra ederler. Bunun için göçmenlerin nasıl organize olduklarına, sosyal ve politik ağları nasıl oluşturduklarına ve bunları sürdürdüklerine, sosyal sermaye ağlarına ve kültürel insan sermayesine nasıl yatırım yaptıklarına ve yurttaşlık haklarını nasıl kazandıklarına bakmak önemlidir. Yani, göçün Özerkliği kavramı göçü yalnızca ekonomik yoksunluklar ve sosyal rahatsızlıkların sonucu ortaya çıkan bir fenomen olarak değil, göçmenleri bir toplumsal hareket olarak görmeyi önerir. Nitekim, göçmenler sosyal ve ekonomik gerekliliklere edilgen bir vaziyette yanıt vermezler, aksine içine atıldıkları hayatı aktif olarak inşa ederler.
Sadece kuramsal olarak değil, tarihsel olarak bakıldığında bu durum böyledir. Göçmen figürü devlet egemenliğinin oluşumunda kurucu bir güç olduğu gibi kapitalizmin de kurucu unsurudur. Kölelerin ve serflerin hareketliliğini, baldırı çıplakların (vagabond) işten kaçışını ve çalışmayı reddeden korsanları göçün özerkliğinin tarihsel formları olarak düşünmek mümkün. Avrupa da kapitalizm işgücü dolaşımın sistematik kontrolü, kitlelerin angaryadan ve zorla çalıştırılmadan kaçışlarına biyo-politik bir idari tepkiydi. Emek hareketliliğinin kontrolü, köylülerin sanayide üretken emek olarak çalışmasını sağlamak açısından stratejikti. Nüfusun belirli bir alanda hareketliliğini sabitlemek ve disipline ederek beden kabiliyetlerini artırmak, onları kullanışlı ve öngörülebilir kılmaktı. İnsanları tarladan bahçeden fabrikalara kapatıp üretim bandına çalıştırmak veya yerin bin kat dibine maden ocaklarına sokmak hiç de basit olmamıştı.
Sonuç
Görüldüğü üzere, bir tür paradoks ile karşı karşıyız: Mekânsal hareket piyasa ekonomisi için bir zaruret olduğu kadar temel bir insani haktır: Hareket özgürlüğü bir yandan idari kontrolün ana hedefidir, zira üretken emeğin yeniden üretimi için hareketliliğin kontrol edilmesi ve düzenlenmesi gerekir. Hareketliliğin kontrolü emeğin kontrolü olduğundan kapitalizm için sosyal bir meseleye dönüşür. Dolayısıyla göçün özerkliği, emek satıcısı konumundan olan ve işten kaçma eğiliminde olan insanların hareketliliği sistem için gerçek bir tehdit oluşturur. Öte yandan, işten kaçış, öznenin özne olarak yönetilmeyi reddetmesi anlamına gelir. Bir başka ifadeyle, devlet egemenliği hem hareketlilik tarafından desteklenir ve hareketlilikten beslenir, hem de onun tarafından tehdit edilir. Hem özerklik fikri, hem de egemen güç hareketliliğe dayanır. Kapitalizm emek gücünün hareketliliğine dayandığından, hareketlik hem sermaye birikiminin kaynağıdır, hem de sömürü ve baskı ilişkisinden kaçma özgürlüğü anlamına gelir. Dolaysıyla göçmenleri, karşılaştıkları yapısal şiddetten dolay ne “mağdur” olarak, ne de ırkçı güvenlik rejiminin yaptığı gibi göçmenleri potansiyel “tehdit” olarak görmek gerekir. Göç bir sorun olmaktan ziyade hem sosyal, kültürel ve ekonomik olarak yaratıcı bir güçtür ve hem de çeşitli tahakküm biçimlerine meydan okuyan bir kaçış ve varoluş biçimidir.
Kaynakça:
Bojadzijev, M. & Karakayalı, S. 2010. Recuperating the Sideshows of Capitalisms: The Autonomy of Migration Today, e-flux Journal 17, June August
Bourdieu, P. 1977. Outline of a Theory of Practice. London, New York: Cambridge University Press
Mezzadra, S. 2011. The Gaze of Autonomy. Capitalism, Migration and Social Struggles in Squire, V. The Contested Politics of Mobility: Borderzones and Irregularity, London
Papadopoulos, D. et al 2008. Escape Routes Control and Subversion in the 21st Century, section IV “Mobility and Migration”, p. 162-202
[*] Perspektif dergisinde yayınlanmıştır (Eylül-Ekim 2021), sayı 304, 32-36
- Dilden Duyguya İdeolojinin Halleri ve İktidar* - 10 Eylül 2021
- Göç Sorun Değil Güçtür* - 31 Ağustos 2021
- Hedef alınan, üniversitenin bunca sene hanesine yazdığı kültürel ve simgesel gücüdür - 12 Ocak 2021