Umut devrimi: Umudun paradoksu ve doğası

Umut, kendi içinde çelişkilidir (paradoksaldır). Ne edilgin bekleyiştir, ne de gerçekleşmesi olanaksız koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanmasıdır. Atlama anı geldiğinde sıçrayacak olan çömelik bir kaplana benzer umut. Ne yorgun reformculuk umudun bir anlatımıdır ne de sözümona-köktenci serüvencilik. Umut etmek demek, henüz doğmamış şey için her an hazır olmak, ama doğumun, bizim yaşam;, sürecimiz içinde gerçekleşmemesi halinde umarsızlığa, umutsuzluğa düşmemek demektir. Zaten var olan ya da hiçbir zaman var olmayacak olan bir şeyi umut etmenin anlamı yoktur. Umutları zayıf olanlar, ya vurdumduymazdırlar ya da şiddete eğilim duyarlar; umutları güçlü olanlar, yeni yaşamın tüm belirtilerini görür, bundan sevinç duyarlar ve doğmaya hazır olan şeyin varlık kazanmasına yardımcı olmaya her an hazır bulunurlar.

Umut konusundaki yanıltıcı noktaların en önemlilerinden biri de, bilinçli umutla bilinçsiz umut arasında ayrım yapamamaktır.

Üzerine Üç İnceleme) adlı kitabını öneririm]. Kısacası Marcuse, insanoğlunun nihai gelişmesini, bebeksi yaşama çekilmede, emzirilmiş bebeğin mutluluğuna dönmede görmektedir. Yazarın sonunda umutsuzluğa varmasına şaşmamak gerekir: “Toplumu dönüştürme kuramı, şimdiki zaman ile kendi geleceği arasındaki boşluğa köprü oluşturabilecek kavramlardan yoksun; hiçbir şey vaat etmiyor, başarı umudu taşımıyor, dolayısıyla olumsuz. .”

Bu alıntılar, Marcuse’e bir devrimci önder olarak saldıran ya da hayranlık duyanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini göstermektedir; çünkü devrim, hiçbir zaman umutsuzluk temeli üzerine kurulmamıştır ve de kurulamaz. Ama Marcuse politikayı umursamaz bile; çünkü insan, şimdiki zaman ile gelecek arasındaki basamakları dikkate almıyorsa, ister köktenci, ister başka şeyci olsun siyaseti ele almıyor demektir. Temelde Marcuse, kişisel umutsuzluğunu bir köktencilik kuramı olarak sunan yabancılaşmış bir aydın örneğidir. Ne yazık ki, anlayıştan ve bir ölçüde de Freud bilgisinden yoksun oluşu, Freud’çuluğu, burjuva maddeciliğini ve karmaşık Hegel’ciliği çözümlemek amacıyla üzerinde gezindiği, ve onu, kendisine ve akıldaşları olan “köktencilere” en gelişmiş kuramsal yapı gibi görünen bir sonuca götüren bir köprü oluşturuyor. Bunun toy bir us düşü, temelden akıldışı, gerçekçilikten uzak ve yaşam sevgisinden yoksun olduğunu ayrıntılı bir şekilde göstermenin yeri burası değil.

Elbet bu, mutluluk gibi, kaygılılık, ruh çöküntüsü, can sıkıntısı ve nefret gibi, birçok diğer duygusal deneyimlerle ilgili olarak ortaya çıkan bir yanlıştır. Freud’un kuramlarının bunca yaygın olmasına karşın, onun “bilinçsiz” kavramının bu türden duygusal görüngülere böylesine az uygulanması şaşılacak şeydir. Bu olgunun belli başlı iki nedeni olsa gerektir.

Birincisi şu olabilir: Bazı ruhçözümlemecilerin ve bazı “ruhçözümleme filozoflarının” yazılarında, bütün bir bilinçaltı görüngüsü — yani bilinçaltına itme, bastırma görüngüsü —cinsel istekleri söz konusu etmektedir; buysa, bilinçaltına itme kavramını cinsel isteklerin ve etkinliklerin bilinçli olarak bilinçten gizlenmesi kavramının eşanlamlısı olarak kullanma yanlışına düştüklerini göstermektedir. Böyle yapmakla, Freud’un buluşlarını, bu buluşların getireceği bazı önemli sonuçlardan yoksun bırakmış oluyorlar. İkinci nedense, şu olgudan kaynaklanıyor olsa gerektir: Victoria Dönemi sonrası kuşaklar için bilinçaltına itilmiş ya da bilince çıkması engellenmiş cinsel isteklerin farkında olmak, yabancılaşma, umutsuzluk ya da doymakbilmezlik gibi deneyimlerin farkına varmaktan çok daha rahatsız edicidir. Çok görünen bir örneği burada vermek gerekirse: Çoğu insan, korku, sıkkınlık, yalnızlık, umutsuzluk gibi duyguların varlığını kendi kendilerine itiraf etmezler — yani, bu duyguların bilincinde değillerdir (ya da bu duygular bilinçdışıdır). Bunun nedeni çok yalındır. Bizim toplumsal modelimizde, başarılı insanın korkulu, sıkkın ya da yalnızlık içinde olması beklenmez. Başarılı insan, bu dünyayı bütün dünyaların en iyisi olarak görmelidir; yaptığı işte basamak atlama fırsatını yakalamak için, korkularını, kuşkularını, ruhsal çöküntülerini, sıkkınlıklarını ya da umutsuzluklarım da bastırmak, bilinçaltına itmek durumundadır.

Bilinçli olarak umutlu olan ve bilinçsiz olarak da umutsuzluk duygularına sahip çok insan vardır da bunun tersi durumda insan çok azdır. Umudun ve umutsuzluğun incelenmesinde ele alınacak önemli nokta, insanların kendi duygulan konusunda ne düşündükleri değil, gerçekten de ne hissettikleri, ne duyduklarıdır. Bu, onların sözlerinden ve tümcelerinden pek anlaşılmayabilir, ama yüzlerinde-ki anlatımdan, yürüme biçimlerinden, gözlerinin önündeki bir şeye karşı ilgiyle tepki gösterme yetilerinden ve, mantıklı savları dinleme yetisiyle kendini gösteren tutuculuktan yoksun oluşlarından anlaşılabilir.

Bu kitapta toplumsal-ruhbilimsel görüngüye uygulanan devimsel görüş açısı, çoğu toplumsal-bilim araştırmalarındaki tanımlayıcı davranışçı yaklaşımdan köklü bir şekilde ayrılmaktadır. Devimsel (dinamik) açıdan, kişinin şimdi ne düşündüğünü, ya da ne söylediğini, ya da nasıl davrandığını bilmek istiyoruz. Kişilik yapısı, yani enerjilerinin yarı sürekli yapısı, bunların gönderildiği yönler, ve hangi yoğunlukta akmakta oldukları ilgilendiriyor bizi. Davranışı yönlendiren itici güçleri bilirsek, yalnızca şimdiki zamanda gerçekleştirilen davranışı anlamakla kalmayız, bir kişinin değiştirilmiş koşullar altında nasıl davranabileceği konusunda da akla uygun varsayımlarda bulunabiliriz. Devimsel açıdan, bir kişinin düşüncesindeki ya da davranışındaki şaşırtıcı “değişiklikler”, o kişinin kişilik yapısının bilinmesi koşuluyla, çoğu kez önceden bilinmesi, öngörülmesi olası

Umudun ne olmadığı konusunda daha çok şey söylenebilir, ama gelin hızlanalım ve umudun ne olduğu sorusunu soralım. Acaba sözcüklerle betimlenebilir mi umut, yoksa yalnızca bir şiirde, bir şarkıda, bir harekette, yüz anlatımında ya da bir edimde mi dile getirilebilir?

Her insansal deneyimde olduğu gibi, sözcükler, deneyimi betimlemeye yeterli değildir.

Hatta çoğu kez, sözcükler bu işin tam tersini yapar: deneyimi çapraşıklaştırır, paramparça eder ve öldürür. İnsan, ne yazık ki çoğu kez, sevgi üzerine, nefret ya da umut üzerine konuşma süreci içinde, anlatması gereken konuyla bağlantısını yitirir. Şiir, müzik ve diğer sanat biçimleri, insansal deneyimleri betimlemeye çok daha uygun araçlardır; çünkü onlar, kendi kurallarına tam tamına uygun olmanın getirdiği bir kusursuzluğa sahiptirler ve insan deneyiminin yeterli ve uygun simgeleri olarak kabul edilen yıpranmış bozuk paraların belirsizliğinden ve anlaşılmazlığından uzaktırlar.

Bununla birlikte, duygu deneyimine, bir şiirin dizelerini oluşturmayan sözcüklerle değinmek olanaksız değildir. İnsanlar, karşılarındaki kişinin sözünü ettiği deneyimleri hiç değilse bir ölçüde paylaşmasaydı, bu mümkün olmayacaktı. Deneyimi betimlemek demek, deneyimin çeşitli yönlerine işaret etmek ve böylece yazarla okurun, aynı şeyden söz ettikleri bir etkileşim ortamı oluşturmaktır. Böyle bir etkileşim kurmaya çalışırken, okurdan, benimle birlikte çalışmasını ve umudun ne olduğu sorusuna benim yanıt vermemi beklememesini isteyeceğim. Bir diyalog kurmamızı olanaklı kılmak için, okurdan kendi deneyimlerini harekete geçirmesini bekleyeceğim.

Umut etmek, bir varolma durumudur. Yoğun, ancak henüz harcanmamış bulunan etkin olma durumunun içsel olarak hazır olmasıdır. “Etkinlik” kavramı, çağdaş sanayi toplumunda insanın en yaygın yanılsamalarından birine dayanır. Kültürümüzün dişlilerinin tamamı etkinliğe — meşgul olma anlamında etkinliğe — ayarlanmıştır; ve bu, meşguliyet anlamında meşgul olmayı (ticari iş için gerekli meşguliyeti) kapsamaktadır. Hatta, çoğu insan öylesine

“ etkin” dir ki, bir şey yapmadan duramaz; dinlenme saatleri denilen süreyi bile bir başka etkinlik biçimine dönüştürür. Para kazanmak yönünde etkinlik göstermiyorsanız, arabayla dolaşarak, golf oynayarak ya da sadece çene çalarak etkinlikte bulunuyorsunuzdur.

“Yapacak” hiçbir şeyinizin bulunmadığı an, asla olmamalıdır. Bu türden davranışa etkinlik demek ya da dememek bir terimbilim (terminoloji) sorunudur. İşin kötüsü, çok etkin olduklarım sananların çoğu, “meşgul” olmalarına karşın, son derece edilgin olduklarının farkında değillerdir. Bunlar, dürtüyü, uyarıcıyı, sürekli olarak dışardan beklerler — bu uyarıcı başkalarının çene çalması olabilir, film görüntüleri, gezi ya da hatta yeni bir kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmak gibi, diğer daha coşturucu tüketim heyecanlan olabilir. Bunlar dürtül-meye, “açma düğmelerinin çevrilmesine”, kışkırtılmaya, ayartılmaya gereksinim duyarlar. Hep koşarlar, asla durmazlar. Her zaman “itilirler”, eğilir ve bir daha asla doğrulmazlar. Kendi kendileriyle karşı karşıya geldiklerinde ortaya çıkan kaygıdan kaçmak için bir şey yapma tutkusuna kapılmışlardır ama kendilerini yoğun bir şekilde etkinmiş gibi görürler.

Umut, yaşamaya ve büyümeye eşlik eden, onunla birlikte bulunan bir ruhsal öğedir. Eğer güneş almayan bir ağaç, gövdesini güneşin geldiği yöne eğerse, ağacın, tıpkı insan gibi “umut ettiğini” söyleyemeyiz; çünkü insandaki umut, bir ağaç için söz konusu edilemeyecek duyguları ve farkında olmayı içerir. Ama gene de ağacın güneşin gelmesini umduğunu, ve gövdesini güneşe doğru bükmekle bu umudu dile getirdiğini söylemek yanlış değildir.

Yeni doğmuş bir çocuk için durum farklı mıdır? Bebek, farkında olma durumu içinde bulunmayabilir, ama gene de, onun etkinliği, doğmak ve bağımsız olarak solumak umudunu dile getirir. Süt çocuğu anasının göğüslerine ulaşmayı umut etmez mi? Bebek ayakları üzerinde dikilip yürümeyi umut etmez mi? Hasta iyileşmeyi, tutuklu özgür olmayı, aç yemek yemeyi umut etmez mi? Uykuya daldığımızda ertesi gün uyanmayı umut etmez miyiz? Sevişme bir erkeğin iktidarına, eşini uyarma yetisine.olan umudunu, ve kadının ona yanıt verme ve onu uyarma umudunu içermez mi?