Devrimin yolunu şaşırması insan yaratılışından ayrılmaz görünen, başkaldırının da ortaya çıkardığı şu sınırın bilinmemesiyle, düzenli olarak bilinmezlikten gelinmesiyle açıklanır her şeyden önce. Yoksayıcı düşünceler bu sınıra aldırmadıkları için, durmamacasına hızlanan bir devinime atılır sonunda. Hiçbir şey durduramaz artık kendilerini, o zaman tüm yıkımı, sınırsız fethi doğrularlar. Şimdi, başkaldırı ile yoksayıcılık üzerine bu uzun soruşturmanın sonunda, tarihsel etkenlikten başka sınır tanımayan devrimin sınırsız kölelik anlamına geldiğini biliyoruz. Devrimci anlayış bu yazgıdan kurtulmak, canlı kalmak istiyorsa, yeniden başkaldırının kaynaklarına dalmalı, bu kaynaklara bağlı kalan biricik düşünceden, sınır düşüncesinden esinlenmelidir. Başkaldırının ortaya çıkardığı sınır her şeyin yüzünü değiştiriyorsa, belli bir noktayı aşan her düşünce, her eylem kendi kendini yadsıyorsa, nesnelerin ve insanın bir ölçüsü var demektir. Ruhbilimde olduğu gibi tarihte de başkaldırı derin uyumunu aradığı için, en çılgın genliklere koşan, ayarı bozuk bir sarkaçtır. Ama bu düzensizlik tam değildir. Bir eksen çevresinde olur. Başkaldırı, bir yandan bütün insanlara özgü bir yaradılışı sezdirirken, bir yandan da bu yaradılışın özünde bulunan ölçüyü ve sınırı gün ışığına çıkarır.
Bugün, her düşünce, ister yoksayıcı, isterse olumlu olsun, bazı bazı farkında bile olmadan, nesnelerin bilimce de doğrulanan bu ölçüsünü ortaya çıkarıyor. “Quanta”lar, bugüne dek görellik, belirsizlik bağıntıları gerçeğini ancak kendi ölçülerimize göre tanımlayabileceğimiz bir dünyayı tanımlıyor.1 Dünyamıza yön veren düşüngüler saltık bilimsel boyutlar çağında doğdu. Gerçek bilgilerimizse, tam tersine, görel boyutlara izin verir ancak. “Us, gerçeğe inanabilmemiz için, düşündüğümüzü son noktasına dek götürmeme yeteneğimizdir,” diyor Lazare Bickel. Yaklaşık düşünce, gerçeği doğuran tek kaynaktır.2
Özdeksel güçler bile, kör yürüyüşleri içinde, kendi ölçülerini ortaya çıkarır. Bunun için, tekniği yıkmaya kalkmakta bir yarar yok. Çıkrık çağı geçti, bir zanaatçılar uygarlığı düşü de boş bir düş. Makine bugünkü kullanılışıyla kötüdür ancak. Yıkımlarını yersek bile, yararlarını kabul etmek zorundayız. Sürücüsünün günler, geceler boyunca kullandığı kamyon kendisini bütünüyle tanıyan, sevgiyle, etkenlikle kullanan bu sürücüyü alçaltmaz. İnsana aykırı ve gerçek ölçüsüzlük iş bölümündedir. Ama ölçüsüzlük arttıkça, bir gün gelir, bir tek insanca yöneltilen ve yüz işlem yapan bir makine tek bir nesne yaratır. Bu insan, farklı bir düzeyde, zanaatçılıkta taşıdığı yaratma gücünü bir dereceye dek yeniden bulmuş olacaktır. Adsız üretici yaratıcıya yaklaşır o zaman. Hiç kuşkusuz, sanayi ölçüsüzlüğünün hemen bu yola gireceği kesin değil. Ama, daha şimdiden, işleyişiyle bir ölçü zorunluluğunu kanıtlıyor, bu ölçüyü örgütleyecek düşünceyi ortaya çıkarıyor. Ne olursa olsun, ya bu sınır değerine uyulacak ya da çağdaş ölçüsüzlük kuralı ve barışı ancak evrensel yıkımda bulacak.
Bu ölçü yasası başkaldırı düşüncesinin bütün karşıtlıklarını da kapsar. Ne gerçek tümüyle ussaldır ne de ussal tümüyle gerçek. Gerçeküstücülüğü incelerken gördük, birlik isteği her şeyin ussal olmasını istemez yalnız. Usdışının atılmamasını da ister. Hiçbir şeyin anlamı bulunmadığı söylenemez, çünkü bir yargıyla onaylanmış bir değer kesinlenmektedir burada; her şeyin bir anlamı bulunduğu da söylenemez, çünkü her şey sözcüğünün bizim için anlamı yoktur. Usdışı ussalı sınırlandırır, ussal da ölçüsünü verir ona. Kısacası, her şeyde anlamsızlıktan koparıp almamız gereken bir anlam vardır. Aynı biçimde, varlığın yalnızca töz düzeyinde var olduğu söylenebilir. Varoluş ya da oluş düzeyinde değil de nerede kavrayabiliriz tözü? Ama varlığın yalnızca varoluş olduğu da söylenemez. Varlık ancak oluşta denenebilir, varlıksız oluş hiçbir şey değildir. Dünyada yalnızca bir durmuşluk değildir; ama yalnızca devinim de değildir. Devinim ve durmuşluktur. Örneğin tarihsel eytişim, durmamacasına bilinmeyen bir değere doğru kaçmaz. İlk değer olan sınırın çevresinde döner. Oluşun bulucusu Herakleitos bile bu sürekli akışa bir sınır koyuyordu. Bu sınır, ölçüsüzler için öldürücü olan ölçü tanrıçası Nemesis’le simgelenmişti. Başkaldırının çağdaş çelişkilerini gözden uzak tutmak istemeyen düşünce esinini bu tanrıçada aramalı.
Aktörel karşıtlıklar da bu aracı değer ışığında aydınlanmaya başlar. Erdem kötülük ilkesi olmadıkça gerçekten ayrılamaz. Kendi kendini yadsımadıkça da gerçekle tümüyle birleşemez. Başkaldırının aydınlığa çıkardığı değer yaşamın ve tarihin üstünde değildir, tarih ile yaşam da onun üstünde olmadığı gibi. Gerçekte bu değer ancak uğrunda bir insan canını verdiği ya da yaşamını kendisine adadığı zaman bir gerçeklik kazanır tarihte. Jakoben ve burjuva uygarlığı değerlerin yaşamdan üstün olduğunu varsayar, biçimsel erdemi böylece tiksindirici bir aldatmaca getirir. Yirminci yüzyıl devrimi değerlerin tarih devinimine karıştığını buyurur, onun tarihsel nedeni de yeni bir aldatmacayı doğrular. Bu düzensizlik karşısında, ölçü bize her türlü aktöre için bir gerçekçilik payı gerektiğini öğretir: Arı erdem öldürücüdür. Her gerçekçilik için de bir aktöre payı gerektiğini öğretir: Umursamazlık öldürücüdür. Bunun için, insansever söz kalabalığı da umursamaz kışkırtmacadan daha köklü değildir. Sonra insan tümden suçlu değildir, tarihi başlatmamıştır; tümden suçsuz da değildir, tarihi sürdürmektedir. Bu sınırı aşıp da onun suçsuzluğunu kesinleyenler kesin suçluluğun kudurmuşluğunda karar kılarlar. Başkaldırı, tam tersine, ölçülü suçluluğun yoluna getirir bizi. Biricik ama yenilmez umudu, son noktada, suçsuz öldürmelerde cisimlenir.
Bu sınır üzerinde, “varız” sözü çelişkin olarak bir yeni bireyciliği tanımlar. Tarih önünde “varız”, tarih de, kendi içinde sürmesi gereken bu “varız”a saygı göstermelidir. Başkalarına gereksinimim var, onların da bana ve herkese. Her ortak eylem, her toplum bir disiplini varsayar, bu yasa olmadı mı birey düşman bir topluluk önünde eğilen bir yabancıdan başka bir şey değildir. Ama toplum ve disiplin “varız”ı yoksadı mı yönünü şaşırmış demektir. Bir anlamda, ortak onuru tek başına üzerimde taşıyorum, ister kendimde olsun, ister başkasında, onun alçaltılmasına izin veremem. Ergi değildir bu bireycilik, her zaman çarpışma, bazı bazı da, mağrur acımanın doruğunda, eşsiz bir sevinçtir.
Böyle bir tutumun çağdaş dünyada siyasal bir anlatım bulup bulmadığına gelince; geleneksel olarak sendikacılık dediğimiz eylemi anabiliriz, üstelik bu yalnızca bir örnek. Sendikacılık da etkisiz değil mi? Yanıtı basit, bir yüzyıl içinde, on altı saatlik günden kırk saatlik haftaya gelinceye dek, işçi koşulunu olağanüstü ölçüde değiştirmiş olan eylemdir sendikacılık.
Düşüngüsel imparatorluk sosyalizmi geriye götürmüş, sendikacılığın başlıca kazançlarını da yıkmıştır. Sendikacılık somut temelden, siyasal düzen için Komün ne ise ekonomik düzen için o olan meslekten, üzerine yapının kurulacağı canlı hücreden yola çıkıyordu, Sezarcı devrimse öğretiden yola çıkar, geçeği zorla sokar öğretiye. Sendikacılık da, tıpkı Komün gibi, soyut merkezciliğin yoksanmasıdır.3 Yirminci yüzyıl devrimiyse, tam tersine, ekonomiye dayandığını ileri sürer ama ilkin bir politika, bir düşüngüdür. İşlevi gereği gerçeğe uygulanan yıldırı ve şiddetten kaçınamaz. Savları ne olursa olsun, gerçeği işlemek için, saltıktan yola çıkar. Başkaldırı ise, gerçeğe doğru sürekli bir çarpışma içinde yol almak üzere gerçeğe dayanır. Birincisi yukarıdan aşağı doğru tamamlanmaya çalışır, ikincisi aşağıdan yukarıya doğru. Başkaldırı, bir romantizm olmak şöyle dursun, sahici gerçekçilikten yola çıkar. Bir devrim isterse, yaşam yararına ister, yaşama karşı değil. Bu nedenle her şeyden önce en somut gerçeklere, varlığı, nesneleri, insanların canlı yüreğini belli eden mesleğe, köye dayanır. Politika bu gerçeklere uymalıdır ona göre. Sonra tarihi ileri götürdüğü, insanların sızısını yatıştırdığı zaman da, bunu şiddetsiz olarak değilse de yıldırısız olarak, en farklı siyasal koşullarda yapar.4
Ama bu örnek göründüğünden daha da ilerilere gider. Sezarcı devrim sendikacı ve özgürlükçü anlayışı yendiği gün, devrimci düşünce bir karşı-ağırlığı yitirdi, bundan sonra düşmemezlik edemezdi. Bu karşı-ağırlık, yaşamı tartan bu anlayış, ta Helenlerden beri, doğayı her zaman oluşla değerlendirmenin çok uzun geleneğidir. Alman sosyalizminin Fransızların, İspanyolların, İtalyanların özgürlükçü düşüncesiyle savaşına sahne olan birinci Internationale’in tarihi, Alman ülkücülüğü ile Akdeniz ruhunun çarpışmalarının tarihidir.5 Devlete karşı Komün, saltıkçı topluma karşı somut toplum, ussal zorbalığa karşı düşünceli özgürlük, kitlelerin sömürgeleştirilmesine karşı elsever bireycilik, ilkçağ dünyasından beri, Batı tarihini canlandıran, ölçü ile ölçüsüzlük arasındaki şu uzun karşılaşmayı bir kez daha dile getiren karşıtlıklardır. Bu yüzyılın derin uzlaşmazlığı Almanların tarih düşüngüleri ile bir bakıma onun suç ortağı olan Hıristiyan politikası arasında belirmekten çok, Alman düşleri ile Akdeniz geleneği, ölümsüz delikanlılık şiddetleri ile erkek gücü, bilgi ve kitaplarla coşmuş özlemle yaşam koşusunda katılaşıp aydınlanmış cesaret, kısacası tarih ile doğa arasında belirir. Ama Alman düşüngüsü bu konuda bir kalıtçıdan başka bir şey değil. İlkin tarihsel bir Tanrı, sonra da tanrısallaştırılmış bir tarih adına, doğaya karşı verilmiş, yirmi yüzyıllık bir boşu boşuna savaş onda tamamlanır. Hıristiyanlık ancak Helen düşüncesinden aldıklarını sindirebildiğince kazanabilmiştir Katolikliğini. Ama kilise, Akdeniz kalıtını dağıttıktan sonra, doğadan uzaklaşarak tarihe yönelmiş, benliğinde bir sınırı yıkarak zamansal gücü, tarihsel dinamizmi gittikçe daha çok istemeye başlamıştır. Gözlem ve hayranlık konusu olmaktan çıkan doğa, kendisini değiştirme ereğini güden bir eylemin gereci olur sonunda. Yeni çağlarda, Hıristiyanlığın gerçek gücünü oluşturacak olan aracılık kavramları değil de bu eğilimler ulaşır başarıya, Hıristiyanlığı yenmiş olurlar böylece. Gerçekten de, Tanrı bu tarihsel dünyadan kovulduktan sonra, Alman düşüngüsü doğar; bu düşüngüde eylem kusursuzlaşma değil, fetihtir artık, yani zorbalıktır.
Ama tarihsel saltıkçılık, yengileri ne olursa olsun, insan yaradılışının yenilmez bir gerekliliğine çarpıp durmuştur, bu gerekliliğin gizi de Akdeniz’dedir, usun katı ışıkla kardeş olduğu Akdeniz’de. Başkaldırmış düşünceler, yani Komün’ün ya da devrimci sendikacılığın düşünceleri, hem Sezarcı sosyalizmin, hem de burjuva yoksayıcılığının suratına haykırıp durmuşlardır bu gerekliliği. Yetkeci düşünce, üç savaştan yararlanarak, seçkin bir başkaldırmışlar kitlesinin yok edilişiyle, bu özgürlükçü geleneği boğmuştur. Ama bu zavallı yengi geçicidir, savaş hep sürüp gidiyor. Avrupa bu savaşta ışıkla karanlık arasındaydı. Ancak bu savaştan kaçmakla, karanlığın ışığı bastırmasına yol açmakla alçaldı. Bu dengenin yıkılışı en güzel meyvelerini veriyor bugün. Aracılarımızdan yoksun, doğa güzelliğinden sürgün olarak, yeniden Tevrat dünyasına geldik, acımasız firavunlarla amansız gökyüzü arasında sıkışıp kalmış durumdayız.
Ortak düşkünlükte eski gereklilik yeniden doğar; tarihe karşı doğa yeniden ayaklanır. Hiçbir şeyi hor görmek düşüncesinde değiliz kuşkusuz, bir uygarlığı bir başka uygarlık karşısında yüceltmek düşüncesinde de değiliz, yalnızca bugünün dünyasının daha fazla yoksun kalamayacağı bir düşünce bulunduğunu söylemek istiyoruz. Rus halkında Avrupa’ya bir özveri gücü verecek öz var kuşkusuz. Amerika’da da zorunlu bir kurma gücü. Ama dünyanın gençliği hep aynı kıyılarda bulunuyor. Biz, Akdenizliler, ırkların en gururlusunun güzellikten ve dostluktan yoksun durumda can çekiştiği iğrenç Avrupa’ya atılmış olarak, hep aynı ışık içinde yaşıyoruz. Avrupa gecesinin göbeğinde, güneş düşüncesi, çift yüzlü uygarlık şafağını bekliyor. Ama gerçek yetkinliğin yollarını şimdiden aydınlatmakta.
Gerçek yetkinlik çağın önyargılarını, hepsinden önce de en derin ve en mutsuzunu, ölçüsüzlükten sıyrılmış insanın yoksul bir bilgeliğe indirgenmesini isteyenini yargılamaktır. Ölçüsüzlüğün de bir ermişlik olduğu doğrudur ama karşılığı Nietzsche’nin çılgınlığı olursa. Ekinimizin sahnesinde, boy, beden gösteren ruh sarhoşluğu, hep ölçüsüzlük baş dönmesi, kendisine bir kez olsun kapılmış olanın bir daha acısından kurtulamayacağı olanaksızlık çılgınlığı mı? Prometheus bu demirbaş köle ya da dava vekili suratını hiç taşımış mıdır? Hayır, korkak ya da kindar ruhların rahatlığı, yaşlı delikanlıların böbürlenme dileği içinde kendi ölümünden sonra yaşıyor uygarlığımız. Tanrı’yla birlikte Şeytan da öldü, artık hangi yola saptığını bile görmeyen bir soysuz cin çıktı onun küllerinden. 1950 yılında, ölçüsüzlük hâlâ bir rahatlık, bazı bazı da bir başarı yolu. Ölçü, tam tersine, saltık bir gerilimdir. Gülümser hiç kuşkusuz, bağnazlarımız onu bu yüzden küçümserler. Ama tükenmez bir çabanın doruğunda parıldar bu gülümseme: Bütünleyici bir güçtür. Bu cimri suratlı, küçük Avrupalıların gülümseme güçleri kalmamışsa, umutsuz çırpınmalarını ne diye üstünlük örnekleri olarak göstermeye kalkıyorlar?
Gerçek ölçüsüzlük çılgınlığı ya ölür ya kendi ölçüsünü yaratır. Kendisi için bir suçsuzluk kanıtı yaratmak için başkalarını öldürtmez. En son çırpınışında, Kalyalev gibi sınırı bulur, o sınırda kurban eder kendini. Ölçü başkaldırının karşıtı değildir. Başkaldırıdır ölçü olan, tarih ve kargaşalıkları içinde onu düzenleyen, savunan ve yeniden yaratan başkaldırıdır. Bu değerin kaynağı bile, onun ancak acılı olabileceğini kanıtlar bize. Başkaldırıdan doğmuş ölçü ancak başkaldırıyla yaşanabilir. Sürekli olarak beliren, usça dizginlenen bir değişmez uzlaşmazlıktır. Ne olanaksızı yenebilir ne dipsiz uçurumu. Onlarla dengelenir. Ne yaparsak yapalım, ölçüsüzlük insanın yüreğinde, yalnız köşesinde yerini hep koruyacaktır. Hepimiz zindanlarımızı, cinayetlerimizi, yıkımlarımızı kendi içimizde taşırız. Ama görevimiz bunları yeryüzüne salıvermek değildir; ister kendi içimizde olsunlar, ister başkalarında, onlarla savaşmaktır. Başkaldırı, Barrès’in sözünü ettiği şu çok eski istem, bugün de bu savaşın özüdür. Biçimler anası, gerçek yaşam kaynağıdır, tarihin biçimsiz ve taşkın devinimi içinde hep ayakta tutar bizi.
Albert Camus
Başkaldıran İnsan
Deneme, 1957 Nobel Edebiyat Ödülü,
Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel