Fransa’nın istikrarsız siyasal sistemi Cezayir Savaşı’nın getirdiği basınçla bir çıkmaza sürüklenmiş, siyasal elit savaşın nasıl sonlandırılması gereğine dair bölünmüştü. Bu koşullarda 24 Mayıs 1958’de Cezayir’de başlayan bir askeri darbe girişimi Paris’te paniğe yol açar ve 1946’dan beri siyasetin ön saflarında olmayan General Charles de Gaulle önderliğinde alelacele bir milli birlik hükümeti oluşturulur. Parlamentodaki siyasal güçlerin neredeyse tamamı darbe korkusuyla yeni hükümetin arkasında durur ve ona yeni bir anayasa yazımı konusunda yetki verir.
Darbe girişimi bastırıldıktan aylar sonra, 28 Eylül 1958’de, halkoyuyla seçilen başkanın başında olduğu güçlü bir yürütmeyi öngören yeni anayasa referanduma sunulur ve yüzde 80’lere varan bir oyla kabul edilir. Parlamenter sisteme dayanan “Dördüncü Cumhuriyet” böylece tarih olur ve siyaset bilimci Maurice Duverger’nin “cumhuriyetçi monarşi” diye tanımladığı yarı başkanlık sistemine geçilir.
Daha sonra kendisi de başkanlık koltuğuna oturacak olan François Mitterrand, muhalefette olduğu günlerde General’in iktidara dönüş sürecini bir “coup d’état permanent” olarak tanımlayacak ve onu Louis-Napoléon Bonaparte’ın 1851 darbesine benzetecekti.
Aslında, Mitterand’ın tabiriyle “süreklileşmiş darbe” (coup d’état permanent), Bonapartist-şefçi nitelikli bir rejimin karakteristik özelliğidir. Marx, yeğen Bonaparte (hani şu trajedi değil de fars olan Bonaparte) hakkında şöyle yazar örneğin: “Tıpkı bir üçkâğıtçı gibi, topluluğu sürekli şaşırtmak ve gözlerin Napoléon’un ikamesi sıfatıyla hep kendine dikilmesini sağlamak mecburiyetinde olan, yani günbegün minyatür bir darbe yapmaya mecbur bulunan Bonaparte.”[1]
Marksist kuramcı August Thalheimer’in Almanya’da 1932 yılında kurulan Papen-Schleicher hükümeti için yazdıklarını da hatırlatmakta fayda var: “Parlamenter bir hükümetten bile daha güvensiz ve zayıf olan ve neredeyse birkaç haftada bir ‘coup de main’ (ani baskın) sahneye koymak zorunda kalan bir diktatoryal hükümet.”[2]
Herhalde tanıdık gelmiştir. Hiç değilse şu son beş yılda, yerli şefçi rejimin neredeyse iki haftada bir sahneye koyduğu “ani baskınlar” malûm. Temel toplumsal sınıfların atalet ve dağınıklığının –Gramsci’nin daha sofistike ifadesiyle, “her ikisinin de kendi kampları içinde bir yeniden inşa iradesine özerk ifade kazandırmaya muktedir olamayışlarının”–[3] yarattığı spesifik bir sosyal-sınıfsal güçler dengesinin ürünü olan yerli Bonapartist girişimin toplumun tamamını sürekli olarak türbülansa sokması adeta tabiatı icabı.
“Şok ve dehşet”in yerli versiyonu
Türbülansın yol açtığı korku temel önemde. Zira iktidar, “şok ve dehşet” (shock and awe) ya da “ani hâkimiyet” (rapid dominance) diye adlandırılan ABD menşeli bir askeri doktrinin izinden gidiyor adeta. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD için bir askeri doktrin geliştirme arayışının ifadesi olan bu stratejik yaklaşıma göre, gücün spektaküler biçimlerde sergilenmesi esas alınıyor. Böylece hedeflenen, düşmanın muharebe sahasına dair algısını tahrip etmek ve daha da önemlisi onun mücadele etme azmini hızla kırmak. Düşman karşısında muazzam bir şiddet gösterisine girişerek onun iradesini ezmek, tutarlı ve bütünlüklü bir stratejik yanıt üretmesini imkânsızlaştırmak.
Doktrin şok edici, dehşete düşürücü, “artık bu kadarı da olamaz” dedirten güç gösterileriyle düşmanı paralize etmeyi, onun devam etme iradesini ortadan kaldırmayı ve böylece de gelişmeler üzerindeki tüm denetimini ortadan kaldırarak taktik ya da stratejik düzeylerde yanıt vermesini, yani direnebilmesini engellemeyi hedefliyor.
İşte şefçi iktidarın yaptığı bu. Freni patlamış ya da kimilerinin 1994 tarihli aksiyon-gerilim filmi Speed’e atıfla belirttiği gibi (filmde bir otobüse belli bir hızın altın düşerse patlayacak biçimde bir bomba tuzaklanmıştı) hız bağımlısı olmuş ya da hız tuzağına düşmüş falan değil.[4]
“Şok ve dehşet” doktrini gereğince, ardışık taarruzlarla toplumsal muhalefeti, hatta bütün bir toplumu adeta felç etme çabasında. Hedeflenen muhalefeti basitçe sindirmek değil, birbirini takip eden saldırılar ve neredeyse süreklileşmiş kriz hali karşısında afallatmak, tüm toplumu düşünemez, eyleyemez hale gelecek şekilde travmatize etmek.
Süreklileşmiş türbülans şefin bekası için vazgeçilmez. August Thalheimer’in zamanında vurguladığı üzere, Bonapartist-şefçi bir düzenin “kurtarıcı olarak kendi vazgeçilmezliğini ispat etmek için toplumun sürekli olarak tehdit altında bulunduğunu ortaya koyması gerekir”.[5] İşte süreklileşmiş savaş atmosferinin, periyodik “ani baskınların” kışkırttığı beka kaygısı, bizde de aynı işlevi görüyor, dolayısıyla şefçi devletin bütünlüğünün sağlanmasına hizmet ediyor.
“Düzeltilmiş baskı”
Yeğen Bonaparte yönetimindeki Fransa’nın 19 Temmuz 1870’te Almanya’ya saldırması üzerine, Uluslararası Emekçiler Derneği, nam-ı diğer I. Enternasyonal, savaşa karşı bir çağrı metni yazma görevini Karl Marx’a verir. Kısa zaman sonra, basında “Uluslararası Emekçiler Derneği Genel Konseyi’nin Fransız-Alman Savaşı Üzerine Birinci Çağrısı” adıyla yayınlanan bu metin,[6] bir “hanedan savaşı” olarak tanımladığı askeri kapışma karşısında işçileri enternasyonalist bir tutum almaya davet ediyordu. Marx’a göre, “iktidarını Fransa’daki sınıf savaşımını sömürerek kapan ve onu dışarıdaki periyodik savaşlar aracılığıyla sürdüren” Louis Bonaparte’ın bu saldırgan girişiminin esbab-ı mucibesi, içte despotizmi sürdürmekten başka bir şey değildi.
Marx, “Temmuz 1870 savaş komplosu, 1851 Aralık darbesinin düzeltilmiş bir baskısından başka bir şey değildir” diye yazıyordu.” 1851 Aralık darbesi, malûm, cumhurbaşkanı olan Bonaparte’ın parlamentoyu dağıtarak cumhuriyet rejimini ilga edeceği “kendi kendine darbe” sürecinin başlangıcıydı.
Bugün de bir Enternasyonal olsa ve Türkiye’nin son yıllarda yürüttüğü askeri operasyonlar üzerine kamuoyuna dönük bir başka çağrı metni yayınlanmak istense, o metnin muhayyel yazarı muhtemelen Marx’a yakın cümleler kurar ve bu sınır harici askeri maceraların sınırlar dahilindeki siyasal despotizmin devamı ve tamamlayıcısı olduğunu vurgulardı. Hatta, muhtemelen 1870 yılındaki metnin bilincinde olan ve Marx’a da öykünmekten ayrı bir heyecan duyan hayali yazar, onun cümlelerini güncellemeye girişir ve belki de “savaş komplosu olağanüstü hali kalıcılaştıran yeni rejimin inşası sürecinin ‘düzeltilmiş bir baskısı’ndan başka bir şey değildir” diye yazabilirdi.
“Modern burjuvazinin gerçek dini”
Türkiye’de mevcut iktidara olmadık güçler atfetmek pek revaçta olduğundan alaturka Bonapartist girişimin savaş yoluyla bir “düzeltilmiş baskıya” ihtiyacı olması garipsenebilir. Oysa, yukarıda da değinildiği üzere, kırılgan bir sınıfsal güç dengesi üzerine bina edilen Bonapartist-şefçi rejim, tam da bu hassas denge durumu nedeniyle sürekli olarak “düzeltilmiş baskılara” ihtiyaç duyar.
Bu bakımdan Fransız karikatürist ve ressam Honoré Daumier’nin (1808-1879) yeğen Bonaparte’ı bir kalkan üzerinde (antikitede kalkan üzerinde durmak zaferi simgeler) dengesini güçlükle sağlamaya çalışırken gösteren karikatür, pekâlâ alaturka Bonapartizm için de geçerli bir imge sayılabilir.
Bu “istikrarlı istikrarsızlık” durumu yeni rejimin güçsüzlüğü anlamına gelmiyor. Günümüzde, yani felaket kapitalizmi devrinde, “kriz yönetimi” yönetimin bizatihi kendisi haline gelmiştir ve Mitterand’ın deyimiyle “süreklileşmiş darbe” adeta evrenselleşen bir iktidar biçimi halini almıştır.
Bundan yaklaşık yüz yıl önce, Oswald Spengler Batı’nın Çöküşü’nde 2000’li yıllarla birlikte demokrasinin yerini “Sezarizm”e bırakacağı kehanetinde bulunmuştu. 21. yüzyılın ilk onyılları bu kehaneti adeta doğrulayan alâmetlerle doludur. Halkın iradesini temsil iddiasıyla giderek daha mutlak bir iktidar arayan yürütmenin başı, sadece partisini değil, bakanlar kurulunu dahi ikame eden şahsi bir camarilla, bir “özel kabine” ile yönetir hale gelmektedir.
Çok farklı siyasal yönelimleri ifade etseler de her ikisi de kendi partilerine karşı “ayaklanarak” seçilmiş Trump da, Macron da bu eğilimin örnekleridir. Listeyi Putin, Orban, Duterte, Modi, Bolsonaro, Netanyahu diye uzatmak mümkündür.
Bizde hükümetin, sarayın danışmanlarından oluşan mabeyn karşısında giderek güç kaybetmesi, iktidar partisinin bir parti olmaktan çıkıp Bonapartçı bir “10 Aralık Cemiyeti” haline getirilişi (Marx’ın deyişiyle, “10 Aralık Cemiyeti ona aitti, onun eseriydi, bizzat onun fikriydi”[7]), hep bu küresel eğilimin bir ifadesidir. “Sermaye sınıfının fazlasıyla bölünmüş, işçi sınıfının ise fazlasıyla dağınık olduğu” günümüz dünyasında Bonapartizmin bu çıkmaza bir yanıt olarak geçer akçe haline geldiği yorumları bu bağlamda yapılıyor.[8]
Engels’in 1866’da, Prusya’da yapılan anayasa reformu üzerine kaleme aldığı bir mektuptaki, Bonapartizmin “modern burjuvazinin gerçek dini” olduğuna dair önsezisinin bugün gerçekleştiği görülüyor: “Burjuvazinin kendisini doğrudan doğruya yönetme yeteneğine sahip olmadığını ve İngiltere gibi herhangi bir oligarşisi bulunmayan yerlerde, devleti ve toplumu belirli bir bedel karşılığında burjuvazinin çıkarlarına göre yönetme işi için, Bonapartist bir yarı diktatörlüğün normal biçim haline geldiğini her geçen gün daha iyi görüyorum.”[9]
Militarizm ve siyasetin ilgası
Şefçi rejimin kronik “ani baskın” yahut “düzeltilmiş baskı” ihtiyacı bizde giderek militarizasyon ve ona eşlik eden jingoizm[10] biçimini alıyor. Muhalefet erbabı ise bu gelişmeye “bayrak sallayarak” muhalefet ediyor. Ana akım muhalefet, fetih suresi okunarak çıkılan “Kızıl Elma” seferlerini “milli dava” sayıp iktidarın arkasında saf tutarak ya da Kemal Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle “içimiz yana yana evet diyerek” bu militarizasyon sürecini yara almadan atlatabileceğine inanıyor.
1.Dünya Savaşı’nın başında, Almanya’nın savaş ilanını duyuran Kayzer Wilhelm, “Savaş söz konusu olduğunda bütün parti ayrımları biter ve hepimiz kardeş oluruz. Barış zamanında şu ya da bu parti bana saldırmış olsa da şimdi onları bütün kalbimle affediyorum” demişti. Şefçi rejimden göstermelik de olsa benzer bir alicenaplık bekleyen ana muhalefetse, ister istemez kendisini “yerliliği ve milliliği” sorgulanırken buluvermektedir. Resmi söylemden en ufak bir sapma, “vatana ihanet” suçlamasının ima edilmesi için yeterli sayılmaktadır. Aslında tam da siyasetin esas meselesi olan “milli çıkar”ın tarifi, siyasal alanın dışında bir mutlak olarak tarif edilerek bizatihi siyaset ilga edilmektedir.
Militarist politikaların iktidar açısından avantajları aşikâr: Bir yandan iktidarın savunma sanayiini “millileştirme” yönündeki adımları çeşitli sermaye kesimlerinin iştahını açan, onları iktidar etrafında toplayan bir rol oynuyor. Dahası, savaşla oluşturulan milli birlik atmosferi, muhalefeti iktidarın ardına dizilmek zorunda bırakan, sınıfsal ve siyasal gerilimleri paranteze alan, iktidar lehine milliyetçi bir seferberliği sağlayan bir konsolidasyona (Troçki’nin deyişiyle bir “politik moratoryuma”[11]) olanak sağlıyor. Sözün özü, militer politikaların iktidar açısından “yukarıda” da, “aşağıda” da karşılığı var.
Hal böyleyken, ana akım muhalefet “bir sonraki seçimde nasıl olsa gidiyorlar” beklentisiyle iktidar meyvesinin olgunlaşıp kendiliğinden kucağına düşmesini bekliyor. Bir sonraki seçim beklenirken mevcut militarizasyon sürecinin, bildiğimiz anlamda “burjuva demokrasisi” denen o oligarşi-demokrasi kırması rejimin temel meşruiyet dayanağı olan seçimleri geçersizleştirmekte olduğunu göremiyor, görmek istemiyor.
Bumerang etkisi
Tarihçi Partha Chatterjee, Keşmir’in özerkliğinin Hindistan’daki Modi hükümetince lağvedilmesini, böylece bölge halkının siyasal iradesinin vesayet altına alınmasını iç kolonyalizmin, Hindistan milliyetçiliğinin eski “sömürge karşıtı” vurgusunun yerini emperyal bir vurguya bırakmasının örneği olarak ele alıyordu.[12]
Bizde de benzer bir süreç işliyor –Türk milliyetçiliğindeki yeni emperyal vurguyu anıp geçelim. HDP’nin birkaç istisna dışında hemen hemen bütün belediyelerinin kayyıma devredilmiş olması seçme ve seçilme hürriyetinin belli bir bölgede askıya alındığının açık bir emaresi. “İç kolonyalizm” ya da “dahili sömürge”, aynı devlet sınırları içerisindeki bölgeler arasındaki yapısal siyasi ve ekonomik eşitsizliklere ve bu eşitsizlikleri berdevam kılmaya dönük sistemik tahakküm mekanizmalarına atıfta bulunan bir kavram. Keşmir örneğindeki gibi, bizim “dahili kolonideki” kayyım uygulamalarıyla Kürt halkının siyasal tercih ve kurumlaşmalarının hiçe sayılması, toplumun bir bölümünün böylece siyasal mürebbiliğe muhtaç bir konuma sürüklenmesi, ülkenin bütününde seçim mekanizmasının geçerliliği üzerine bir büyük deneye dönüşmüş durumda.
Türkiye’nin yeni rejimi, otoriter popülizmle dejenere olmuş, şefçi bir tür seçimli demokrasiyle demokrasinin şekilsel şartlarının bütünüyle ortadan kaldırıldığı açık diktatörlük arasında kalmış gibidir; bir ayağı otoriter tipte de olsa bir tür yozlaşmış seçimli demokraside, diğeriyse diktatörlüktedir. Açık diktatoryaya geçiş için gerekli adımın denemeleri “bölgede” gerçekleştirilmektedir.
Bu bakımdan bu deneyin sonuçlarının “orada”, uzakta, “bölgede” kalacağını sanmak en hafif tabirle gaflet olacaktır. Hannah Arendt sömürgeciliği “totalitarizmin (yani faşizmin) kaynakları” arasında sayarken bu gaflete karşı uyarıyordu. Uzaktaki şiddetin merkeze, bizim aramıza dönmesi kaçınılmazdı. Buna göre Nazizmin yaptığı, Batı dışında uygulanan ırksal hiyerarşi, kolektif cezalandırma, kırım ve tedhiş politikalarının Avrupa kıtasının içine taşınmasından ibaretti.[13
Michel Foucault buna “bumerang etkisi” diyordu. Foucault’ya göre, sömürgeciliğin Batı dışı dünyada gündeme getirdiği yönetme teknikleri bir müddet sonra sömürgeleştirene de dönerek onun için de geçerli olmaya başlıyordu: “Çok sayıda kolonyal model Batı’ya geri taşındı ve sonuç, Batı’nın da bir tür kolonyalizm, kendine dönük dahili bir kolonyalizm denemesiydi.”[14] Kabaca “bumerang etkisi”, sömürgede uygulanan baskı ve tedhiş politikalarının ister istemez sömürgeleştireni de etkileyeceği, aynı baskı ve disiplin tekniklerinin dönüp dolaşıp “metropolde” de bir biçimde uygulamaya geçirileceği anlamına geliyor. Yani, sömürgeciliğin gündeme getirdiği yönetme-tahakküm-disiplin teknik ve kurumları bir müddet sonra sömürgeleştirene de dönerek onun için de geçerli olmaya başlıyor.
Bu, mesela Cezayir ya da İrlanda’daki tahakküm teknolojilerinin Fransa ve Britanya’nın iç yapısını da zehirlediği, bizzat kolonyal modelin Batı’ya geri taşındığı anlamına geliyor. Meşhur “panoptikon” hapishanesinden parmak izine, Baron Haussman’ın kolay denetim altında tutulabilecek bulvarlarından toplama kampların bir dizi uygulama, Batı’ya taşınmadan evvel önce kolonyal periferide deneyimlenmişti. Bugün de İsrail’in Filistin’de ya da ABD’nin Irak’ta ortaya koyduğu kolonyal “şehir militarizmi” yöntemleri, giderek Batı şehirlerinde uygulamaya sokulup normalleştiriliyor.[15]
Gasp sarmalı ve Neron kompleksi
Bu durum, bir “faşizm mekaniğine” yol açıyor. Martinikli şair ve devrimci Aimé Césaire, bu “mekaniği” şöyle özetliyordu: “Sömürgeleştiren bir ulus, sömürgeleştirmeyi ve zoru meşrulaştıran bir ulus, zaten hasta bir medeniyettir; ahlâken sakatlanmış bir medeniyet. Karşı konulmaz biçimde bir sonuçtan diğerine ilerleyen bir medeniyet; öyle bir medeniyet ki, bir yadsımadan diğerine, kendi Hitler’ini çağırır durur, yani kendi cezasını.”[16]
Kayyımla gerçekleşen gaspın bölgede kalması mümkün değildir. Gasp eylemi ister istemez bir başkasına yol açacaktır. Bumerang “batıya” geri dönecektir. Tunuslu yazar Albert Memmi, Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi adlı eserinde, bir gaspçı olarak sömürgecinin Neron kompleksinden muzdarip olduğunu söyler.
Şöyle özetleyelim: Aslında Roma tahtı Neron’un değil, üvey kardeşi Britannicus’un hakkıdır. Ancak Neron, Britannicus’un itibarını zedeleyen çeşitli hile ve desiselerle Britannicus’un yerini alır. Alır almasına da imparator olmak Neron’a yetmez. Britannicus’un varlığı ona hep bir gaspçı olduğunu hatırlatacaktır. O nedenle Britannicus’u öldürür, nişanlısı Junia’ya tecavüz eder; bir gaspı başka bir gasp, bir adaletsizliği başka bir adaletsizlik izler ve sonuçta Neron bir tirana dönüşür.
Dolayısıyla, belediye önünde namaz kılarak seçilmiş yönetimin fethedilmesini muştulayan kayyımın zaferi, Neron misali, yetmeyecek, tatmin etmeyecektir. Çünkü aslında (kendisinin de çok iyi bildiği gibi) haksız bir el koyma, bir gasp eylemi olan zaferinin ve bu zaferin kazanılma koşullarının aklanması gerekir. “Gasp edilen ne kadar ayaklar altında çiğnenirse, gaspçı da o kadar çok zafer kazanır ve ardından da suçluluğunu kabul ederek kendisini iyice mahkûm eder. Böylece, kendi ritminden sürekli beslenen, şiddetlenen bu mekanizmanın ivmesi yükselir. Sonunda, gaspçı gasp edileni ortadan kaldırmaya yönelecektir, çünkü onun yalnızca varlığı bile gaspçılığını hatırlatmaktadır, giderek şiddetlenen zulüm de onu iyice zalim yapmaktadır.”[17]
Bir gasp bir başkasına davetiye çıkartırken kurumsal muhalefet, iktidarın tabanında cereyan eden erozyona güvenerek bir sonraki seçimi beklemekle yetiniyor. Antik Yunan tiyatrosunda çözülemez gibi görünen, karmakarışık olmuş sıkıntılı bir durumun beklenmedik bir biçimde bir “deus ex machina”, yani bir düzenekle, belki bir tür vinçle sahneye indirilen tanrı aracılığıyla çözüldüğü, her şeyin bu ilahi müdahaleyle aniden güllük gülistanlık oluverdiği bir anlatım tekniği vardı. Ana akım muhalefet için de seçim bu tarz bir deus ex machina’ya dönüşmüş görünüyor.
Ancak, her şeyi hale yola koyup “normalleşmeyi” sağlayacak “kurtarıcı” seçim beklentisi, Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’nde, hayatı, kendi varoluşuna ve seçimlerine bir anlam verecek o büyük savaşı beklerken geçip giden Drogo’yu andırıyor. Malûm, o “savaş” gelip Drogo’nun kapısını bekleyerek geçirdiği kaleye dayandığında iş işten çoktan geçmişti.
Bu yazı birartibir.org‘dan alınmıştır…