Tanrı Asklepios’un lütfuna mazhar olmuşsanız ve hayattan sonrasını sorgulamak gibi bir huyunuz da yoksa birdenbire ve nedensizce gelen ölüm fikrini aklınızdan defetmek için Epikür’ün yukarıdaki önermesinden daha iyisine tesadüf edemezsiniz. Çünkü hakikaten de yaşamın bulunduğu yer ölümün bulunmadığı yerdir; birisinin olmasının önşartı ötekisinin olmamasıdır.
Bu önerme, gökyüzünün altında sere serpe -sıkıntısız- uzananların ve acıyla ıstırabın panzehirleriyle mükâfatlandırılmış talihlilerin ölüm düşüncesinden sıyrılabilmelerine olanak sağlamakla kalmaz, ayrıca onları rahatlatır.
Öte yandan, bu önermenin mantıksal gücüne -çürütülemezliğine- rağmen insanı rahatlatması bakımından etkisiz olduğu koşullar da bulunmaktadır. Misal The Sea Insıde filmindeki Ramón karakteri kendi özünde -tam anlamıyla- bu koşulları barındırmaktadır. Çünkü her şeyden önce Ramón yatağa bağımlı yaşayan, felçli bir adamdır. Böyle olması onu peşinen kurtuluş fikirlerine açık hale getirmiştir. Tıbbın üç maymunu oynadığı çaresizlik zamanlarındaysa tek kurtuluş fikri -haliyle- ölümdür.
Ne Epikür önermesi, ne ”Her şeye rağmen…” diye başlayıp yaşamı övenler, ne dini öğretiler… hiç kimse ve hiçbir şey o çaresizlik süresince Ramón’u bu kurtuluş fikrine -ölüme- kapılmasından alıkoyamaz. Eğer hayalciyseniz, kurtuluş ölüm sonrasında saklıdır fakat eğer realistseniz, kurtuluş bizatihi ölümün kendisidir.
Ramón olmanız için felçli olmanız gerekmez
Eğer sığınabileceğiniz mağaralar bir bir çökmüşse, yığın yığın taşlar üstünüze doludizgin yağan kükürt yağmurlarından (fiziksel ve zihinsel acılar) kurtulamamanıza yardım etmişse ve sizler geniş bir sahanın ortasında, korumasız ve bir başınıza terk edilmişseniz, dünyada bulunan mevcut şeylerin fayda kapasiteleri üzerinizde yetersiz kalmaya başlamışsa ve börtü böceğin aidiyetliklerinden kuşku duyulmadığı bu biçimsiz gezegende en nihayetinde aidiyetsizlik çengeline takılmışsanız bir Ramón olmanız kaçınılmazdır. Ve tıpkı onun gibi boğazınızdaki ilmekten kurtuluş için can atmanız, sizi istemsizce bir arayışa itecektir. Bu arayış esnasında, boğazınızda bir hayat ilmeği bulunduğunu hatırlatırım. Arayış, daima o ilmek yüzünden kesilen soluğunuzla, boğulmalarınızla, moraran yüzünüzle gerçekleşecek. Bunu belirtiyorum ki acı ensenizdeyken acıdan kaçmanızın müşkülatını düşünün ve ölümün o ilmeği kesmeniz için ne derece göz boyayan, merhametli bir makas olabileceğini tasavvur edin.
Ramónluk, Epikür önermesini, bu önermenin amacını, yani ölümü düşünmenin lüzumsuzluğuyla ilgili ileri atılan mantıksal akıl yürütmeyi etkisizleştirip insanda karşılıksız kılan bir durumdur. Ramón olunca ölümü düşünmezlik yapamazsınız. Düşünmüyorsanız, zaten Ramón değilsinizdir. Çünkü Ramónluk, tıpkı Prometheus’un kurnazlıkla Zeus’a iğrenç kemik yığınını pay etmesi gibi, adi hayatın da insana dindirilemez acılar pay etmesi sebebiyle onun ölümü arzulamasının adıdır. Kaldı ki, yalnızca fiziksel acılardan söz etmiyorum, düşünceler de insanı acıtır, hatta belki de en fazla onlar acıtır. Bir zihnin kendi organizmasına yapabileceği eziyetler hafife alınmamalı.
Ölüm bir fikirdir, bunun da ötesinde son çıkış kapısıdır, kaçış yoludur… bir seçenek, güven veren bir seçenektir. Üstelik her an kullanılması mümkün olan, herkese adilce sunulan, tercihe dayalı bir haktır.
Şair Nazım der ki: Nasıl oluyor da çıldırmıyoruz öleceğimizi bildiğimiz halde?
Oysa bana kalırsa, asıl öleceğimizi bilmeseydik çıldırırdık. Eminim, her doğan güneşin başımıza açtığı felaketlerin sonsuzluk süresince yaşanacağı bilgisiyle itidalli kalmamız mümkün olmazdı. Bilinçsiz bir sonsuzluk en mükemmel şey iken, bilinçli bir sonsuzluk… düşünmesi bile korkutucu!
Kurban etmenin kötülüğü
Bir hayvan bireyinin hayatını devam ettirmesinin başka türlerin bireylerini içgüdüyle yok etmesine bağlı olduğu canlılar topluluğunda öldürmek olmazsa olmaz bir yasadır. Tabiat açısından bireyler besinlerden ibarettirler. Sapiens bundan muaf değil: Her ne kadar kendi türümüze üstün anlamlar yüklersek yükleyelim hepimiz birer besiniz: Olabileceğimiz en uç şey hayvanlar âlemine besin olmak.
Öte yandan bu yasa, var olabilmek adına yok etmek yasası, insanın insanı yok etmesi halinde yasa olmaktan çıkıyor ve içgüdüden kopan bilinçli bir kurban etmeye bürünüyor. Çünkü öldürmek yasasının esası, türün varlık süresini arttırmak iken insanın insanı öldürmesi söz konusu yasanın esasını karşılamaktan uzaktır.
Bu kanıya vardıktan sonra, artık şu ayrımın yapılabilmesi pekâlâ mümkün: İnsanın bir diğer insanı yok etmesi öldürmek olarak isimlendirilmemeli, kurban etmek olarak isimlendirilmeli. Çünkü haricimizdeki canlılar topluluğunda öldürmek döngüsel anlamda bir sürekliliğin kontrol işlemeyen, tercihe dayanmayan yasası iken, kurban etmek, sözgelimi bir grubun yahut daha ufak sınıflandırmayla tek başına bir insanın, bahsi geçen yasanın hareket anlayışıyla alakasız nedenlerle, sırf kendi öznel değerlerinin, inançlarının, düşünce sisteminin ya da duygusal tepkimesinin itkisiyle işlediği -tercihsel- cinayettir. Tercihsel olması, onu, tercihe dayanmadığından ötürü başkaca dışsal anlamlar taşımayan öldürmek yasasından ayırır ve kötülük anlamlarıyla irdelenmesine sebebiyet verir.
Kurban etmek – öldürmek- kötüdür, çünkü…
Yüzlerce neden sayılabilir. Belki de bu satırları okuyan okur birkaçını saymaktan geri durmayacaktır. Ancak benim bu yazıdaki maksadım, insanın bir diğer insanı kurban etmesinin ardında yatan kötülüğün üzerine kafa yormak değil. Niyetim, insanın kendi kendisini kurban etmesinde, yani intihar etmesinde bir kötülük olup olmadığı üzerine düşünmek…
Filmde, bir kimseye muhtaç olarak yaşamanın sıkıntılarından bunalan Ramón, çektiği acılar yüzünden ötanazi talep ediyor. Fakat İspanya Mahkemesi, onun böyle bir hakka sahip olmadığına yönelik karara varıp talebini reddediyor. Çünkü onlara göre ötanazi kötü bir şeydir.
Her insanın ötanazi hakkına sahip olması gerektiğine inanırım. Bu bir nevi bireyin kendisini kurban etmesi demektir… olabilir. Bunda kötülük görmem. Hatta tam tersi, kötülük, yaşamak istemeyen insanı zorla yaşatmaktadır. İnsanlar… birbirlerinin acılarını asla doğru tasavvur edemeyen, acıya duyarlılığın değişebilirliğini acının ciddiyetiyle beraber hiç düşünmeyen insanlar… nasıl olur da kanun adını taktıkları saçmalıkları ya da mukaddes emirleri öne sürerek bireyi baskıyla yaşatmak hakkını kendilerinde görebiliyorlar? Ötanaziyi ne cüretle kötü sayabiliyorlar?
Biliyor musunuz, kötülük nedir… kötülük umursamazlıktır. Gözlerinizin önüne bir soy ağacı getirin, soyun başı, en büyük atası kısmına ”acıyı umursamamak” kazınmış, ama bununla bitmiyor, boy almış, uzun uzun dallar var, her birinin altına kötülüğü ifade etmeye yarayan başka başka umursamazlık türleri: İhtiyaçları umursamamak, duyguları umursamamak, sancıları umursamamak…
Bu minval de, yalnızca bir insanı yok etmeniz sizi kötü yapmaz, aynı zamanda bir insanın fiziksel acılarını umursamadan, zihninin dehlizlerinde adımlamasının her gün nelere mal olduğunu umursamadan, kalp kırıklıklarını ve yaralarını umursamadan, sırf kendi yargılarınız ve safsatalarınız uğruna ona yaşamayı şart koşmanız da kötü olmanıza yol açar. Kötülüğü yaratanlar intiharı arzulayanlar değil, bu arzuyu umursamayanlardır.
Burası, bu gezegen, acının hudutsuz olduğu çarpık bir gezegen… burasında soluk alanlar, bu acıdan tatmak mecburiyetindeler, kimi az kimi çok, muamma olan, insanın acıya -ne kadar- dayanabilirliğidir… acının içsel olmasından dolayı kimse bilemez bunu. Bilinseydi, o vakit ötanaziyi reddedip insana yaşamayı zaruri tutanlar yaptıkları işte bu denli hevesli olmazlardı.