Asimilasyon Nedir?

Asimilasyon, en basit anlamıyla bireylerin, doğuştan dahil olmadıkları bir grubun, ülkenin ya da toplumun parçası olma veya parçası haline getirilme sürecidir. Asimilasyon kavramı iki şekilde kullanılmaktadır. İlki, tarihsel olarak aynı mekânı paylaşan topluluklardan azınlık konumundakilerin baskın ulus kimliği tarafından içerilmesi sürecidir. Şüphesiz tarih boyunca devletlerin pek çoğu, doğrudan şiddet kullanarak veya olağan yöntemlerle egemenliği altındaki azınlıkların dilsel ve diğer kültürel farklılıklarını baskılamışlardır. Ortaçağ’da Slavların Hristiyanlığa geçmeleriyle veya yapılan evliliklerle birlikte Alman kültürü içinde erimesi bu türden asimilasyonun en bilindik örneklerinden biridir.[1] Henüz asimilasyon kavramı kullanılmaya başlanmamış olsa da en azından sömürgecilik tarihinin başından itibaren Amerika kıtasındaki deneyimi, yani Avrupalıların 15. yüzyılın sonundan itibaren Amerikan yerlilerine uyguladığı sistematik baskı ve “medenileştirme” politikalarını tanımlamak için yine asimilasyon ve benzeri terimler açıklayıcıdır.[2] Öte yandan farklı devletlerin egemenliği altında dağınık biçimde yaşayan kimi toplulukların (örneğin Yahudilerin) “ortak kader”[3] vasıtasıyla kültürlerini sürdürebildikleri bilinmektedir. Diğer bir deyişle, asimilasyon süreçleri, farklı konjonktürlerde ve güç dengeleri içerisinde son dere ce değişken seyretmektedir. 19. yüzyıldan itibaren imparatorluklar birer birer çöküp ulus inşa süreçleri yaşanırken ve 20. yüzyılda ulus devlet optimal siyasi birim olarak öne çıkarken asimilasyon doğal karşılanan ve sorgulanmayan bir gerçeklik haline gelmiştir.

Asimilasyonun bir diğer kullanımı, göçmenlerin göç ettikleri yerle ve yerleşik toplumla ilişkileri bağlamında ortaya çıkmış[4] ve Chicago Okulu ile sosyal bilimler literatürüne dahil olmuştur. Robert E. Park ve Ernest W. Burgess tarafından derlenen 1921 tarihli Introduction to the Science of Sociology isimli kitabın on birinci bölümü “Asimilasyon” başlığını taşır. Kitapta asimilasyon “kişilerin ve grupların diğer kişilerin ve grupların anılarını, duygularını ve tutumlarını edindiği ve onların deneyimlerini ve tarihlerini paylaşarak onlarla ortak bir kültürel yaşama dahil oldukları bir iç içe geçme ve kaynaşma süreci” olarak tanımlanır ve bu durumun doğal ve kendiliğinden geliştiği, Avrupa’da ve ABD’de farklı tarihsel koşullarla biçimlendiği aktarılır.[5]

ABD, Kanada ve Avustralya’daki asimilasyon politikaları ile Avrupa’daki asimilasyon politikaları, bu iki coğrafyanın özgün tarihsel süreçlerinden bağımsız düşünülemez. 18. yüzyıla gelindiğinde Amerika kıtası, yalnızca buraya sömürgeler kurmaya gelmiş ve yerleşmiş Avrupalıları ve soykırıma rağmen varlığını kısmen de olsa sürdürmeyi başaran yerli nüfusu barındırmakla kalmıyor, diğer yandan şeker plantasyonlarında çalıştırılmak üzere Afrika kıtasından zorla getirilen köleleştirilmiş nüfusu da içeriyordu. Sonraki yüzyıllarda da çeşitli nedenlerle Yeni Dünya’ya göçler olsa da buranın “yerleşikleri” de göçmendi; dolayısıyla yerleşiklerle yeni gelenler arasındaki ilişki Eski Dünya’daki dinamiklerden oldukça farklıydı. Avrupa’daki asimilasyon süreçleri ise, ulus devlet modelinin norm olduğu, et-

nik sınırların keskin biçimde ayrıştığı bir düzlemde şekillenmiştir ve kaçınılmaz olarak daha karmaşık ve çok katmanlıdır. Buradan hareketle Avrupa ve ABD’de farklı etnik grupların yerleşik nüfusla nasıl uyumlu bir bütün haline getirileceği üzerine pek çok farklı yaklaşım ve kuramın ortaya çıktığı söylenebilir. Metnin bundan sonraki kısmında bunlardan en önemlilerine değinilecektir. Önce Yeni Dünya’daki süreçler ve yaklaşımlar üzerinde durulacak, ardından Türkiye’nin tarihsel olarak en fazla göç ilişkisi kurduğu Avrupa’daki güncel asimilasyon tartışmaları sunulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın sınırları bir kez daha yeniden şekillenmişti. Almanya, İtalya ve Japonya sadece savaşta yenilmekle kalmamış, temsil ettikleri ırkçı ve faşist ideolojiler de mahkûm edilmişti. Diğer yandan savaş sonrası dönemde benimsenen yüksek tüketime dayalı Keynesyen ekonomi politikaları, sanayileşmiş Batı ülkelerinin emek gücü ihtiyacını artırmıştı. Emeğe olan talep arttıkça, işgücünün uluslararası hareketliliği de arttı. Savaş sonrası dünyada ırkçılık ve faşizm meşruiyetini kaybettiği ve yaratılan zenginlikte göçmen emeğinin payı tartışmaya yer bırakmayacak düzeyde olduğu için artık temel mesele yeni gelenleri toplam içinde kaynaştırma meselesiydi.

Kaynaştırma ya da eritme meselesini enlemesine boylamasına tartışan ve teorize eden ülke ABD olmuştur. ABD’nin ağır sanayisinin sunduğu yüksek ücret olanaklarından faydalanmak, savaştan, soykırımdan ve dinsel baskılardan kaçmak isteyen çok sayıda insan 19. yüzyıldan itibaren ABD’ye göç etmeye başlamış, zaten oldukça heterojen olan ABD nüfusu böylelikle kültürel olarak daha da çeşitlenmiştir. Ortaya çıkan bu yeni nüfus kompozisyonunu uzlaştırmak ve yönetmek için pek çok öneri tartışmaya açılmıştır. Bunlar, Anglo-uyum modeli (Anglo-conformity), eritme potası (melting pot) ve kültürel çoğulculuk (cultural pluralism) olarak kabaca üç kategoriye ayrılabilir.[6]

Anglo-uyum modeli, göçmenlerin kendi atalarının ve orijin ülkele rinin kültürünü tamamen terk etmesini ve Anglo-Sakson çekirdek grubunun davranış ve değerlerini sahiplenmesini savunuyordu. Amerikan Devrimi sonrası Amerikanlaşmış İngiliz yapı ve kurumlarını sürdürmeyi, İngiliz dilini ve İngilizce yönelimli kültürel örüntüleri Amerikan yaşam biçiminin egemen ve verili standartları olarak kabul etmeyi salık veriyordu.[7] Farklı etnik grupların kendi gruplarından bireylerle evlenmek yerine grup dışı evlilikler yaparak Anglo-Saksonlarla karışmaları, eğitim programları vasıtasıyla kendi dillerini terk edip İngilizceye yatkınlaşmaları uyum açısından önemli adımlar olarak tarif edilebilir.

İkinci olarak, eritme potası ya da tek potada eritme fikri farklı halkların biyolojik ve kültürel kaynaşmasından doğan Amerikan toplumu ve kimliğine dair idealist bir vizyon sunmuştur. Göçmenlerin geldikleri kültürlerle bağlarını koparıp ortak tek bir Amerikan kültürü (Americanization) yaratmalarını hedefleyen bu asimilasyon anlayışı her ne kadar tüm kültürlerin eşit biçimde eriyip her kültürden pay alan yeni bir kültür tahayyül ediyor gibi dursa da aslında yine hâkim Anglo-Sakson kültür lehine bir çözülme öngörmektedir. Siyahlara ve Amerikan yerlilerine ise, bu yeni Amerikan yurttaş idealinde ya da asimilasyon tartışmalarında hiçbir şekilde referans yoktur.[8] Diğer bir deyişle toplum, en tepede İngilizce konuşan Protestanlar ve en aşağıda siyahlar ve tüm siyahi melezler olmak üzere bir hiyerarşi boyunca sıralanmıştır. Bu bireylerin ya da grupların topluma etkileri, ırksal ve kültürel anlamda asimetrik olarak, farklı düzeylerde “kabul edilebilir”dir.[9] 1970’lere gelindiğinde eritme potasının çok da başarılı olmadığı, hatta genel olarak asimilasyonist politikaların ters teptiği ve farklılıkları derinleştirdiği anlaşılmıştır.[10]

Aynı potada eritme/erime önerisinin Kanada’daki tezahürü “etnik mozaik” kavramsallaştırmasıydı. Etnik mozaik kavramı, göçmen kültürlerinin bütünlüğüne saygı çağrışımı taşırken, pratikte Kanada’ya gelen göçmenlerin iki seçeneği olduğu anlamına geliyordu. Kanada iki uluslu bir devlet olarak Fransız ve İngiliz kültürleri dışındakilere aynı hoşgörüyü göstermiyor, diğer kültürlerin Kanada ile bağlarının bu iki egemen kültür kadar güçlü olmadığını varsayıyordu.[11] Asimilasyon, siyasi istikrar için olmazsa olmaz görülüyordu ve diğer kültürlerin küçük görülmesi ya da inkârı yoluyla daha da rasyonalize ediliyordu. Ancak ABD’deki gibi Kanada’daki göçmen rejimi de zamanla yerini “kültürel çoğulculuk” yaklaşımına bırakacaktı.

Asimilasyon gerçekten geçmişte mi kaldı? Günümüzde, çokkültürlülüğün bir söylemden ibaret olduğunu, asimilasyonun ABD’deki ve Avrupa’daki göçmen grupları etkileyen önemli bir güç olmaya devam ettiğini düşünen çok sayıda kuramcı var. Rogers Brubaker, Fransa, Almanya ve ABD örnekleri üzerinden geliştirdiği tartışmada kavramın yeni ve soyut bir içerikle karşımıza tekrar çıktığını savunur. Ona göre asimilasyon büyük ölçüde kasıtsızdır ve çoğu zaman görünmezdir. Asimilasyon dediğimiz süreçsel eğilim, kişilere yapılan bir şey değil; özellikle sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağlamlarda sayısız bireysel eylemin ve seçimin istenmeyen bir sonucu olarak kişiler tarafından yerine getirilen şeylerdir.[12] Nüfus düzeyinde asimilasyon, örneğin bir yetişkinin yeni bir dil öğrenmesine gerek kalmadan, yeni neslin hâkim dili öğrenmesiyle meydana gelebilir.[13] Gündelik hayattaki uygulamalar, Brubaker’ı onaylar niteliktedir. Avusturya, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Hollanda ve İsveç gibi ev sahibi ülkeler, göçmenlerin asimile olma veya bütünleş me konusunda belirli görevleri olduğunu varsaymakta, bunun için, yeni gelenlere kamu tarafından finanse edilen ve temel olarak dil eğitiminden oluşan entegrasyon kursları vermekteler. Başlarda bu tip kurslara katılım gönüllülüğe dayalıyken zorunlu katılım yönünde bir dönüşüm olduğu görülüyor. Hollanda’nın aile birleşimleri için ülkeye gelmek isteyenlere dil testi zorunluluğu getirmesi bu yönde atılan önemli ve oldukça radikal bir adımdır.[14] Ancak bu asimilasyonist politikaların nitelikli göçmen emeğinden ziyade çoğunlukla vasıfsız göçmenlere yönelmesi, asimilasyonun sınıfsal bir karaktere bürünmesini de beraberinde getiriyor. Eğitimli profesyonellerin şu ya da bu şekilde emek süreçlerine girerek Avrupa değerlerine uyum sağlayabilecekleri varsayılırken vasıfsız göçmenler için asimilasyona geri dönülmesi, çarpık ve eşitsiz bir göçmenlik rejimine işaret ediyor. Tüm bu örneklerden yola çıkarak Avrupa’da vatandaşlığı bir “ödül” olarak gören yeni bir devlet yaklaşımının belirginleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.[15]

Kaynak: 50 Soruda Türkiye’nin Göç Politikaları, Altınbaş Üniversitesi Yayınları
ISBN: 978-625-8174-01-4E-ISBN: 978-625-8174-02-
1Basım Sayısı:1. Basım, Ağustos 2022


[1]Otto Bauer, The Question of Nationalities and Social Democracy, Minneapolis, London, University of Minnesota Press, 2000, s. 47-48.

[2] Richard Alba ve Victor Nee, “Rethinking Assimilation Theory for a New Era of Immigration”, International Migration Review, Cilt 31, No 4, 1997, s. 827.

[3] Gérard    Duménil,    Michael Löwy ve Emmanuel Renault,Marksizmin 100 Kavramı, çev. Gözde Orhan, İstanbul, Yordam Kitap, 2012, s. 173.

[4] Bu kitabın ana teması göç olduğundan, bu başlık altında göçmen asimilasyonuna odaklanılacaktır.

[5] Robert E. Park ve Ernest W. Burgess, Introduction to the Science of Sociology,Illinois, Chicago, The University of Chicago Press, 1921, s. 735.

[6] Milton M. Gordon, Assimilation in American Life: The Role of Race, Religion, and National Origins, New York, Oxford University Press, 1964, s. 85.

[7]  A.g.e., s. 88

[8] Nathan Glazer, We Are All Multiculturalists Now, Cambridge, Massachusetts, London, Harvard University Press, 1997, s. 98.

[9] Richard Alba ve Victor Nee, a.g.e., s. 827.

[10] New York’a farklı dönemlerde göç eden siyahların, Yahudilerin, İtalyanların, İrlandalıların ve Porto Rikoluların ne ölçüde asimile olduğunu ya da olamadığını tartışan ve 1960’larda göç ve uyumun nasıl ele alındığı hakkında fikir veren, yazıldığı döneme göre oldukça yenilikçi bir kaynak için bkz. Nathan Glazer ve Daniel Patrick Moynihan, Beyond the Melting Pot: The Negroes, Puerto Ricans, Jews, Italians, And Irish of New York City, Cambridge, Massachusetts, The MIT Press, 1963.

[11] Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights, New York, Oxford University Press, s. 14.

[12] Rogers Brubaker, “The Return of Assimilation? Changing Perspectives on Immigration and its Sequels in France, Germany, and the United States”, Ethnic and Racial Studies, Cilt 24, No 4, 2001, s. 543.

[13] 13  A.g.e.

[14] Rainer Bauböck, “Citizenship and Migration: Concepts and Controversies”, Rainer Bauböck (der.), Migration and Citizenship: Legal Status, Rights and Political Participation, Amsterdam, Amsterdam University Press, 2006, s. 30.

[15] Albert Kraler, “The Legal Status of Immigrants and their Access to Nationality”, Rainer Bauböck (der.), Migration and Citizenship: Legal Status, Rights and Political Participation, Amsterdam, Amsterdam University Press, 2006, 46-47.

 

Gözde ORHAN