Home Tarih Sinan Cemgil, Cibo’nun Mağarasında Yanan Ateş

Sinan Cemgil, Cibo’nun Mağarasında Yanan Ateş

Mehmet ASAL

Bütün grubun ilk olarak bir araya gelip toplandığı Cibo’nun mağarasındayız. Tepeden dar bir patika ile aşağı inildiğinde, ağzını vadiye doğru açmış büyük bir mağara. Çobanların koyun yatırdığı bir yer. Sırta doğru büyük bir oyuk. Ağzı vadiye doğru uzanan bir balkon gibi. Önüne gelişigüzel dizilmiş taşlardan oluşmuş duvarıyla gerçekten de bir balkonu andırıyor. Yerler koyun pisliğinin 10-15 santim kalınlığında birikip ha nerdeyse taşlaşmasıyla cilalı gibi. Kendi imalatımız uyku tulumları koğuş ya da yatakhane adabıyla yan yana dizilmişler. Başlarına sırt çantaları konmuş. Silahlar kimisinde çantanın üzerine yatırılmış, kimisinde çantalara dayanmış duruyorlar. Bazı çantaların yanlarından mataralar sarkıyor. Cibo’nun mağarasına 5-6 kişi en son biz geldik. Güvercinlik mağarasında kalan son malzemeyi de getirdik. Bir sabaha karşı mağaranın önündeki düzlüğe inen dar patikadan aşağı doğru son adımları atarken bacaklarım titriyordu. Sırtımdaki yükün yolun en son bölümünde iyice artan psikolojik ağırlığından mı, yoksa “gerçek başlangıç”ın bir iki adım önümüzde olmasından mı kaynaklandığını sorduğumu hatırlıyorum kendime.

Hüseyin İnan

24 saat boyunca nöbet tutuluyor. Herkes bir şeylerle uğraşıyor. Dışarıda her yer kar. Parkanın başlığının altında bıyıklarımız buz tutuyor. Bir zamanlar ormanlarla kaplı olduğu söylenen bu coğrafyada ha nerdeyse bir tek dal, bir odun parçası bile yok. Mağaranın ortasında kerme yakıyoruz. Kerme ne? Hayvan pisliğinin kurutulmasıyla ortaya çıkan doğal bir yakıt. Mağarada koyun yatırdıkları için kerme bizde bol. Kerme taban üzerinde yatıyoruz, kalkıyoruz, yiyoruz, konuşuyoruz zaten. Mağaranın tabanından kiremit şeklinde söküyor, üst üste yığıyor ve ateşliyoruz. Bizim kermeler güneşte kurutulmuş değil, hafif nemli. Hiçbir zaman alev alev yanmıyor. Kötü bir duman yayarak içten içe adeta azap duyguları içinde eza cefa çekerek yanıyor. Ato bu ateşin üstünde aynı kazanda bize bir öğün bulgur pilavı, ertesi öğün kalanına su ekleyerek bulgur çorbası hazırlıyor. Geceleri nöbeti olanlar dışında herkes uyuyor. Sinan Hoca hariç. Sinan Hoca ne zaman uyuyor bu bir sır. Parkası sırtına atılmış bir vaziyette, kerme ateşinin yanında bağdaş kurmuş, elimizde aslında kayda değer ve zamanla uyumlu tek silah olan Kalaşnikov kucağında, iki eliyle kitabını kavramış devamlı okuyor. Sanırım Mao Zedung’un her biri bir ytong tuğlası kalınlığında “Seçme Eserler”i. Karanlığın ortasında bir ışık gibi o. Hep orada ve hep okuyor. Askeri işleri başkaları üstlenmiş olsa da Sinan Hoca grubun siyasi komiseri, tartışılmaz önderi. Askeri konularda bile son söz onda. Hepimiz onun gözünün içine bakıyoruz. Sessizliğin ortasında, dünyanın o sıralar kimseciklerin uğramadığı ve uğramayacağı bu noktasında, O’na baktığımızda biz gene de ona binlere hitap eden ve onları ayağa kaldırabilen Sinan Hoca’ya baktığımız gibi bakıyoruz. Hani gözbebeğimizin fotoğrafını çekseler, baskıda çıkacak resim bu olacak. Son derecede bilgili, acayip yakışıklı, sabırlı, tartışılmaz derecede karizmatik ve dost bir insan. Farklı insanlar belki ama bence Dede’nin birçok özelliği onda da var.

İnsanın ateşle ilişkisi esrarengiz ve masalsı galiba. Sanırım yattığım yerde, uykuya dalıncaya kadar uyku tulumumun içinden bir ateşe, bir başında oturan Sinan Hoca’ya bakıyorum. İkisi de içimi anlatılmaz bir sıcaklık, bir huzur ve güven duygusuyla dolduruyor. Ateş bir şeylerin işareti, bir çığlık, bir çağrı ve Sinan Hoca da ateşin bekçisi. İlk çağlarda doğaya, yakın tarihte kurulu düzene bir başkaldırı, bir karşı koyuş ve bir isyan. Ateş insanı sadece ısıtmıyor, adeta kendine çağırıyor.

Mağaranın üstünde ta tepede gece nöbetinden döndüğüm bir akşamdı. Soğuktan yarı donmuş bir halde mağaraya girdim. Nöbetçiler dışında tüm gerilla uykuda. Parkamı çıkarıp uyku tulumuna girdim. Ortada gene ateş. Ateşin başında Sinan Hoca. İkisine baka baka uyumuşum. Gürültü ve bağırış ve homurtularla uyandım. Herkes de uyandı. Sinan Hoca elinde kitabı, kucağında silahı, ateşin başında uyumuş kalmış. Gittikçe ateşe, sıcağa yanaşmış uykusunda. Ateş onu yavaş yavaş kendine çekmiş. Öyle ki sırtına atılmış parkasının eteği ateşle buluşmuş ve yanmaya başlamış. Bir yandan yüksek sesle kendi kendine söyleniyor, bir yandan da elleriyle pat pat vurarak parkasını söndürmeye çalışıyor.

POSTAL VE GİSLAVED
ODTÜ 5 Mart baskını olmuş, Yaklaşık bir hafta süren ODTÜ özerk cumhuriyeti son bulmuş ve soluğu Emniyet sarayında almıştık. Yanımda canım kardeşim Nezih Buğdaycıoğlu var. Bizi savcılık sorgusundan sonra salıveriyorlar. Nezih’in babası valiydi galiba. Bu defa da o gözaltına alıyor ve apar topar götürüyor. Yapayalnız kalıyorum. Nerede bulacağım arkadaşlarımı şimdi? ODTÜ kapalı, yurtlarda sadece Kıbrıslı, Pakistanlı vb. yabancı öğrenciler kalıyor. Boşluğa düşmüş gibiyim. Aranıp duruyorum. Her gün Siyasal kantinine gidiyor ve orada bekliyorum. Beni bulacaklar diyorum kendi kendime. Yanlış hatırlamıyorsam orada Teoman’la karşılaşıyorum. Oturuyor ve bekliyoruz. Birkaç gün sonra biz gene orada öyle otururken birdenbire Alpaslan Özdoğan beliriyor. Gözüme göründüler diye düşünüyorum. Hem de en sevdiğim kişilerden biri. Alpaslan. O upuzun kocaman adam. Yüzü her zaman sevgi ve anlayış dolu. İçinin güzelliği yüzüne vurmuş bir insan. Bana doğru geliyor ve bir köşeye çekiyor. “seni arıyoruz neredesin, gidiyorsunuz, vedalaşmak istediklerin varsa konuş ve gel” diyor. Dünyalar benim oluyor. O kadar sevinçliyim ki, Teoman’ın yüzünde geride kalmış olmanın üzüntüsünü bile okuyamıyorum.

Aynı sevinci bir süre sonra dağa gelip bize katıldığında da yaşamıştım. Alpaslan’ı neden bir ayrı severdim bilemiyorum.

Osman Bahadır’la ben aynı ana grupta yer alıyoruz, iyi anlaşıyoruz, çok sohbet ediyoruz, siyasal konular konuşuyoruz. Bir gün “Osman” dedim, “hani işçi sınıfı ve partisinin öncülüğü filan diyoruz ama bu dağ başlarında onları nereden bulacağız?” Osman şaşırdı, bir şeyler söylemeye çalıştı. Adem Topal’dı sanırım konuştuklarımızı duymuş. “Ulan talebeler kantin tartışmalarını buraya taşımayın” diyerek üzerimize yürüdü. Baktım elinde de tüfeğinin harbisi. Ben de o zamanlar çok “keskin” bir adamım ya, “sen ne karışıyorsun kendi işine bak ya da gel efendice konuşmaya katıl” diye haydi onun üzerine. Böylece adım şu meşhur “Gerilla Günlüğü”nde kavgacı, hıçın ve küfürbaza çıktı.

Neyse, Osman’la geceleri yürüyüş kolunda da yan yanayız. Öyle yan yanayız ki bazen bir yandan yürürken, yorgunluktan bir yandan da birbirimize yaslanıp uyukluyoruz. Osman çok söyleniyor. Herkes yorgunluğa gelemiyor sanıyor ve eleştiriyor. Oysa Osman’ın postalları Sümerbank. Domuz yağıyla yağlasan bile yumuşamıyor ve vuruyor. Üstelik sanırım patlamış ve tabanı bir yerde ayrılmış da. Benimkiler öyle değil. Hakiki İngiliz paraşütçü postalları. Paraya kıyarak Ankara’da Hergele Meydanı’ndan alınmış ve yepyeni.

Alpaslan’ın da postalları çok iyi. Yüreği koskocaman bu adamın ayakları da kocaman. Çok büyük numara ama sağlam, sanırım onlar da ya Amerikan ya da İngiliz postalları. Gene uzun bir gece yürüyüşünden sonra sızlandığı bir sırada Alpaslan o kocaman gıcır gıcır postallarının bağlarını çözdü, sıyırdı ayaklarından çıkardı. Uzun ısrarlar sonrasında Osman’a verdi. Yüzünde ne bir kızgınlık, ne bir küçümseme, ne bir acıma vardı. Sadece onun güzel yüzünde çok sık gördüğümüz sevgi dolu ve çekingen bir gülümseme.

Gislaved ya da yaygın adıyla “Cızlavet” nedir biliyor musunuz? Sanki bağcıkları ve tabanı olan bir ayakkabı gibi görünüşüne rağmen araba lastiğine benzeyen siyah lastikten yekpare bir kalıp halinde tabanıyla birlikte baskılanmış sözde bir “ayakkabı”dır. Ayak ve kap kelimelerine tam uyar. İçinin bir izolesi bile yoktur. Tabanı yüzü ile aynı inceliktedir. Ayağa yapışır ve cendere gibi sıkar, terletir, kışın ise dondurur.

O günden sonra, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Alpaslan katledilinceye kadar bütün o dağ yollarını iki ayağında iki kara Gislaved ile yürüdü. Bir gün bir mola sırasında Gislavedlerini ve yün çoraplarını çıkarıp ayaklarını ovuşturduğunu gördüm. Ayakları yer yer su toplamıştı ve uzun süre suda kalmış gibi bembeyazdı.

Şimdi size anlatırken birdenbire şüpheye düştüm. Yoksa postallarını veren Ahmet Erdoğan ya da Sıkıyönetim bültenlerindeki adıyla “Hemşerim” miydi?

Önemsiz. Öyle olsa bile bu, inanın bana Alpaslan için anlattığım bu hikâyenin doğruluğunu hiç mi hiç değiştirmiyor.

KARTAL VE 22 KALİBRELİK DÜRBÜNLÜ SUİKAST TÜFEĞİ
Kadir Manga’yı öncesinde hiç tanımıyordum. İlk defa dağda tanıştım bile diyebilirim. Tabi birçok kişi onun hakkında bir şeyler anlatmışlardı. Sessiz bir kişi olarak hatırlıyorum. Az konuşan ama dost olduğu anlaşılan bir arkadaşımızdı. Ne yaptığının bilincinde olan devrimci insanlardaki tevazuu onda her an o sessizliğin gerisinde görebilirdiniz.

Tuncer Sümer “Nurhak’ı Hatırlamak” adlı anı kitabında Teslim Töre’nin “sıfır kilometre” diye bize getirdiği ikinci dünya savaşı gazisi olduğunu sandığım piyade tüfeklerinin çoğunun bozuk olduğunu, hatta bazılarının namlularının çatlak olduğunu fark ettiklerini yazmış. Ben hatırlamıyorum ama sanırım öyledir. Zaten tüfek başına düşen mermi sayısı da iki elin parmaklarını geçmiyordu. Bir de Thompson otomatik tabanca vardı. Onunla da bir atış yapmışlar ve ikinci atışı yapamamışlar.

Neyse, bir de suikast silahı diye isim taktığımız ince uzun namlulu, dürbünlü bir tüfek var. Tuncer’in yazdığına göre bir Flipper’miş. Biz ona aramızda “Kanast” adını takmıştık. Kadir, Mustafa Yalçıner ile birlikte askeri işlerde en sorumlulardan. Zaten Mustafa’da da bir Smith Wesson toplu tabanca var. İşte bütün bir gerilla yürüyüşü boyunca bu “Kanast” Kadir’de duruyordu. Kadir elinde kendi tüfeği, sırtında kendinden ağır sırt çantası yetmiyormuş gibi bir de sırt çantasının üzerine yatay bağlanmış bir şekilde bu silahı taşıyor ve bir gün bu silahın çok önemli bir olayda kullanılacağına olan inancıyla gık demiyordu.

Güneş var. Isınıyoruz güneşte. Konuşuyor şakalaşıyoruz. Tepemizde bir kartal daireler çizerek dönüyor. Sanki bizi gözetliyor. Sanırım gene Alpaslan’dı. “Ver şu tüfeği bir deneyelim” dedi. Tüfek bağından çözüldü. Kartal’a nişan alındı ve ateşlendi. Kartal hiç oralı olmadı. Gerçi merminin tüylere vurduğuna işaret eden bir “pat” sesi duyduk gibi geldi ama kartal bize bakarak dönmeye devam etti. Vurduk vuramadık tartışması sonrasında bir de yerde tenekeye ateş edildi. Mermi tenekeyi delmedi ve “Kanas” uzun süre aramızda mavra konusu olarak güncelliğini korudu.

31 MAYIS
Bizden ayrıldılar, Tuncer onları bir yere kadar götürdü ve döndü. Bunun bir anlamda bir veda olduğunun farkındaydık. Sinan Hoca’yı, Alpaslan’ı, Kadir’i bir daha göremedik. Kucaklayamadık.
Göksu Vadisi’ne geldik. Suyu bin bir zorlukla geçip kamp kurduk. 31 Mayıs. Öğlene doğru Radyo’dan onların vurulduklarını öğrendik.

Belleğimizdeki fotoğraflardan başka, Türkiye’nin “İnti Peredo ve arkadaşları”nın zaman olarak kısa ama aslında o uzun yürüyüşünden geriye kalan tek bir fotoğraf karesi bile yok. Aslında fotoğraflar çekmişiz ama ben hatırlamıyorum. Tuncer bir fotoğraf makinamız olduğunu, bir sürü güzel fotoğraf çektiğimizi ama Baltacı Cengiz’in fotoğraf makinamızı da “fazlalıklarımız”la birlikte atmış olduğunu yazmış. Keşke olsaydı o fotoğraflar, keşke bugünün gençleri görebilseydi o çok şeyler fısıldayacak olan fotoğrafları.

Bugün yine 31 Mayıs. Fahri Doğu sağ olsun telefon etti. Saat 5’de Karacaahmet’te Şakirin camiinde buluşacağız dedi. Her sene olduğu gibi Sinan’ın mezarının başında onları anmak için. Alpaslan İzmir’de. Anne tarafından hemşerim Konya’lı Kadir Akşehir’de.

Gene gidemedim. Arkadaşlarımın hiçbirinin mezarına gitmedim bugüne kadar. Cenaze törenlerine de gitmiyorum. Bir tek Doğan Tarkan’ın cenazesine katılmışlığım var. Bir de Hrant’ın yıldönümlerine gidiyorum. Bu bir görevmiş gibi geliyor bana. Böyle giderse Agos’un penceresinden okul çocuklarına ders verir gibi yüksek sesle bağırışlar ve devamlı manasız sloganlar nedeniyle ona da gitmeyeceğim galiba. Arkadaşım Fahri’ye işim var diye yalan söyledim. Onların mezar taşlarını görmek istemiyorum. Görmezsem onlar hala yaşıyor olacaklar gibi geliyor. Onları çok özlüyorum.

Kimileri şatafatlı övgülerle onları Aziz’ler olarak resmetmeye çalışırken; bazılarının hoşuna gitmeyeceğini, küçümseyeceklerini bildiğim böyle şeyleri neden anlatıyorum. Devrimcilikleri, kahramanlıkları üzerine zaten çok şey söyleniyor. Bunlar elbette hak edilmiş övgü ve anlatımlar. Aynı şeyleri tekrar etmek gerekmiyor. Ben onların hep başka yönlerini de anlatmaya çalışıyorum. Onları gerçek insanların üzerinde, uzakta, ulaşılmaz bir yere koymak yerine; senin, benim, onun yani sıradan gerçek insanların arasına yanına getirmeye çalışıyorum. Zaten de öyleydiler, aramızdan biriydiler ve özenmek yerine onlar gibi olunabileceği duygusunu yeğliyorum. Onlar hayatlarını bugünün genç kadın ve erkeklerinin bedenlerinde, belleklerinde sürdürüyorlar. İnsan ateşle karşılaştığından beridir, ateş hiç sönmedi. Ateşin bekçileri ve ateşi elden ele geçirenler her zaman vardılar ve var olacaklar. Çevrenize şöyle bir bakın, zor günlerden geçen ülkede etrafınızdaki Sinan’ları, Kadir’leri, Alpaslan’ları fark edemiyor musunuz? Ateşin bekçilerini göremiyor musunuz?

Mehmet Asal