Bir fotoğrafın üzerinden bir toplumun son yüzyılı okunabilir mi? Elbette tek bir fotoğraf ve bir asırda yaşamış ölmüş milyonlarca insan arasından seçilecek tek dört kişiyle tarih bilimi yapılmaz ama bir siyasal-biyopsi yapılabilir. Bu yazıyı da böylesi bir zihin jimnastiği, bir biyopsi, ya da dinleyicilerin kulaklarını peşrevin makamına ısındıracak bir taksim olarak da düşünebilirsiniz.
Birinci İnsan: Foto Muhabiri
Önce fotoğraftan bahsedeyim. Fotoğrafı, fotoğraftaki yaşlı bir kadının yanına çömelivermiş, siyah saçlı, siyah sakallı, gözlüklü adamdan aldım. Sizler de bu fotoğrafa onun, Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi kitabından aşinasınız. Fotoğrafın Metin Göktepe tarafından Kasım 1995’te çekildiğini söylüyor; en önde, elinde ağabeyi Hayrettin Eren’in posterini taşıyan bu adam -Faruk Eren adı. Cumartesi Anneleri’nin haftalık olağan buluşmalarından birini ölümsüzleştiren Metin Göktepe, bu fotoğrafı çektikten aşağı yukarı iki ay sonra (8 Ocak 1996) öldürülecek. Tıpkı fotoğraftaki insanların, akıbetini öğrenmek için toplandıkları binlerce isimden biri olan Hayrettin Eren gibi. Demek ki, Cumartesi Anneleri 27 Mayıs Darbesi’nden tamı tamına 35 yıl sonra Galatasaray Lisesi önünde oturmaya başladıklarından yaklaşık altı ay sonra, Metin Göktepe öldürülmeden de iki ay önce çekilmiş bu fotoğraf.
Göktepe, 8 Ocak 1996’da gözaltında dövülerek öldürülmüştü. Olay yerine giderek, yasal işlemleri başlatan Eyüp Cumhuriyet Savcısı Erol Canözkan’a göre önce gözaltına alınmış ama akşamüzeri serbest bırakılmış(!), sonra Eyüp’te bir çay bahçesinde fenalaşarak oturduğu sandalyeden düşerek ölmüştü(!). Oysa gerçek hiç de öyle değildi: Göktepe gözaltına, eli kolu bağlıyken polisler tarafından dövülerek öldürülmüştü; yıllar, yıllar sonra devlet de kabul etti Göktepe’nin polisler tarafından öldürüldüğünü. Tıpkı 6 Nisan 1909’da öldürülen ve ama “yine” öldürüldüğünden devletin her nasılsa haberinin olmadığı Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi Bey gibi, 19 Temmuz 1910’da öldürülen Sadayı Millet gazetesi yazarı Ahmet Samim Bey gibi, Sabahattin Ali, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu… gibi; ve tıpkı Göktepe’den sonra öldürülecek (19 Ocak 2002) Agos yazarı Hrant Dink gibi.
İkinci İnsan: Yaşlı Kadın
27 Mayıs Darbesi (1960); Cumhuriyetin ilk coup d’état’sı. Ne tevâfuktur ki, Cumartesi Anneleri de bu darbeden tamı tamına 35 yıl sonra 27 Mayıs 1995 tarihinde Taksim’de Galatasaray Lisesi önünde toplanarak kayıplarının akıbetlerini sorgulayacaklar. Susarak ve oturarak hesap sormak; tam bir oksimoron. Ancak yine de Cumartesi Anneleri’nin bu susarak haykırışları, oturarak evlatlarını, kardeşlerini köşe bucak arayışları devletin nefretini üzerlerine çekmelerine de vesile olacak.
Daha sonra adları Cumartesi Anneleri olarak anılacak olan kayıp anneleri, Gazi Mahallesi Olayları’ndan sonra gözaltında kaybedilen ve cesedi iki aya yakın zaman sonra Beykoz Ormanları civarında bulunan Hasan Ocak’ın cesedini bulmak için bir araya gelmişlerdi. Hasan Ocak’tan 21 Mart 1995’ten bu yana haber alınamıyordu; Hasan’ın annesi Emine Ocak ve küçük bir grup kayıp yakını, anne de daha sonra Cumartesi Anneleri’nin şiarı olacak susarak haykırma, oturarak arama yolunu seçeceklerdi. İşe ilk eylem de Galatasaray Lisesi önünde 27 Mayıs 1995 tarihinde böylece başlamış olacaktı. Ne acı değil mi, biz şu anda, Gazi Mahallesi Olayları’nda gözaltına alınan ve iki ay sonra adli tıp raporunda işkence edildiği, tel veya ip ile boğularak öldürüldüğü ve öldürüldükten sonra elbiselerinin değiştirildiği tespit edilen Hasan Ocak’ın bulunması için bir araya gelen eylemcilerin Kasım 1995’teki toplantısında 1980’de kaybolan bir devrimcinin akıbetini sorgulayan kayıp yakınlarının fotoğrafını çeken Metin Göktepe’nin akıbetini konuşuyorduk değil mi? Bu artık tesadüf yahut tevafuk değil, olsa olsa garabet; rezillik.
Gazi Mahallesi Olayları’nı hatırladınız mı? Olaylar 12 Mart 1995’te Gazi Mahallesi’nde bir kahvehane kimliği belirsiz kişilerce taranmış ve Alevî dedelerinden Gıjgın Dede olay yerinde can vermişti. Yok hayır, sanırım yanlış yazdım! Gıjgın Dede lakaplı Sabri Özkan, 3 Nisan 1978’de Maraş’taki bir kahvehanenin kimliği belirsiz kişilerce taranması sonucu katledilmişti. 1995’teki kahvehanenin kimliği belirsiz kişilerce taranması sonucu katledilen Alevî dedesi ise Halil Kaya idi. Hafıza-i beşer işte… (nisyan ile malul derler ama isyan ile de müzeyyendir.)
Daha sonra kendisi de Haliçte Yaşayan Simonlar kitabında devlet ve Fethullah Gülen arasındaki rabıtayı teşhir ettiği için bir bahane ile (Devrimci Karargah örgütüne yardım (!) gibi) 28 Eylül 2010 tarihinde tutuklanacak olan Hanefi Avcı’nın (oysa kendisine daha 2006’da Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) tarafından Stratejik Vizyon Sahibi Bürokrat Ödülü verilmişti. ) da iddia ettiği gibi Gazi Mahallesi Olayları’nın tahrikçisi ve muhtemelen Hasan Ocak’ın katili de, “devlet için kurşun atan(!)” şerefli(!) kontrgerillalarımızdan, Abdullah Öcalan’ı Suriye’de öldürmekle görevlendirilen ekibin içinde yer aldığı, Susurluk Çetesi’nin tahsildarı olduğu, Sabancı Suikastı sanığı Mustafa Duyar’ı Şam Büyükeliçiliğinden alıp getiren isim olduğu ve birçok faili meçhul cinayetin tetikçisi olduğu iddia edilen Yeşil kod adlı Kürt katil Ahmet Demir’dir (ya da Mahmut Yıldırım). Gazi Mahallesi Olayları sadece bir kahvehanenin taranması ile sınırlı kalmaz. Halil Kaya’nın öldürülmesini protesto için toplanan yaklaşık 15.000 kişilik kalabalığa polis hedef göstererek ateş açar. Yaralılar sokak ortasında tekmelenir. 22 kişi ölecektir bu olaylar nedeniyle. Dersimli Öğretmen/Çaycı Hasan (Ocak) da 21 Mart’ta gözaltına alınır; alınış o alınış…
Hasan Ocak’tan Cumartesi Anneleri’ne, Cumartesi Anneleri’nden fotoğrafımızın ikinci insanına dönelim. Fotoğrafta gördüğünüz yaşlı hanımefendi Elmas Anne; 1931 doğumlu. 2019 yılında 88 yaşında aramızdan ayrıldı.
Elmas Hanım, Birinci Dünya Savaşı’nın Gönüllü jandarma komutanlarından İsmail Kurt’un torunu; Çanakkale Biga’nın Emirormanlı köyünden. Elmas’ın babası Yusuf Kurt da aynı köyde, tarımla uğraşıyor. İkinci Dünya Savaşı zamanı, Varlık Vergisi çıkarılınca, tüm köylüler gibi, Emirormanlı köylülerini de bir tahsildar korkusu sarmış. Hükümet ürünün dörtte birini vergiye koymuş ama tahsildarlar buldukları ürünün neredeyse yarısına el koymaya başlamışlar.
İnsanlar da devletten değilse de tahsildardan ürünlerini kaçırma derdine düşmüşler. Kocası Yusuf Kurt’un evde olmadığı bir saatte Ayşe Kurt, evinin avlusunda çamaşır yıkarken jandarma, tahsildar ve muhtar evin kapısında görünürler; Varlık Vergisi hesaplayacaklardır. Dönem, o günlerin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin anılarına da verdiği isimle Varlık Vergisi Faciası’nın yaşandığı dönem. Gerçi, Harb-i Umumî’nin jandarmalarından İsmail Kurt’un oğlu Yusuf da İnönücü biri; devletin topladığı vergiye ses ettiği yok ama tahsildarların fazladan topladıklarından herkes mustarip. Köylüler mahsullerini tahsildarlardan sakladıkları için, evin her yanını da kontrol eder jandarma ve tahsildar; bu arada bahçeyi süpürmekte olan Elmas’a da sorarlar “Sizin bundan başka buğdayınız var mı?” Elmas “Var” der, “Yıkamaya götürdüler.”
Muhtar araya girip “O daha çocuk!” diyecek olur ama jandarma lafını keser; “Çocuk olur mu, söylüyor işte!” der. Elmas da muhtara çıkışır: “Sen babamın malını benden daha iyi mi bileceksin?” Muhtar, olanı biteni Elmas’ın babası Yusuf Kurt’a teker teker anlatır; Elmas’ın nasıl dik başlılık edip, buğdayın yerini söylediğini de ekler. Jandarma ve tahsildarı ikna edip başından savdıktan sonra Yusuf Kurt, Elmas’ı bir güzel döver. O kadar ki, bıraktığında kızı Elmas baygındır. Kardeşinin yanına koşup, “Ben… evlat katili oldum galiba!” diye ağlar. Böyle anlatır Elmas Eren, Berat Günçıkan’a. Günçıkan da 1996 yılında Cumartesi Anneleri isimli kitabında toplar tüm bu röportajları. Elmas Eren babasından dayak yediği o gün, ileride bir gün karşısına İnönücü birisi çıkarsa asla evlenmeyeceğine dair kendine söz verir. Çünkü vergiyi koyan da İnönücüdür, babası da. Hayat bu ya, ileride karşısına çıkıp evleneceği Kemalettin Eren de bir İnönücüdür; ama Kayınpederinin Demokrat Partili olduğunu öğrenince sevinir
Elmas Eren, fotoğrafımızın odağında yer alan, kucağında gözlüklü genç bir adamın resmini taşıyan, başörtülü, müteessir, vakur kadın. Elmas Hanım’ın kızı İkbal Eren-Yarıcı, doktora tezi için kendisiyle mülakat yapan Ayşem Sezer-Şanlı’ya, kendisinin de annesinin de Cumartesi Anneleri’nin ilk aktivistlerinden biri olduklarını anlatmış. O gün bugün, sağlık sorunlarının mecbur kıldığı zorunlu araların dışında Cumartesi Anneleri’nin her etkinliğinde yer almış Elmas Eren.
Cumartesi Anneleri; Ayşem Sezer-Şanlı onları, “çocuklarından doğan anneler” olarak tanımlamıştı. 27 Mayıs 1995’te başladıkları oturma eylemlerine aralıksız 200 hafta devam ettikten sonra, 15 Ağustos 1998’den sonra dayanılmaz hal alan sistematik şiddet, gözaltı vb. nedeniyle eylemlerine ara vermişlerdi. İnsan hakları aktivisti, ekonomist Seher Hanım, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerine ara vermeye zorlayan son 7 aylık süreci şöyle anlatmış, Sezer-Şanlı’ya: “Bu anneler 7 ay boyunca sistematik olarak dayak yediler, her hafta gözaltına alındılar… Dayak yaraları iyileşmeden diğer hafta eylemlere gidiyorlardı… Aramızda kanser hastası, sara hastası, astım hastası anneler vardı… bunun üzerine ara verdik.”
On yıllık aradan sonra 31 Ocak 2009 tarihinde Cumartesi Anneleri oturma eylemlerine tekrar başlayacaklardır; ta ki 2018 yılının Ağustos ayına kadar. O tarihten sonra neredeyse 25 yıldır kayıplarını arayan üç kuşak için Galatasaray Meydanı’nda toplanmak yasaklanacak, Galatasaray Meydanı da Taksim Meydanı gibi, Ankara İnsan Hakları Anıtı gibi polis barikatlarıyla çevrilecektir.
Oysa daha Şubat 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, aralarında Elmas Eren’in de aralarında olduğu 12 kayıp yakını ile yaklaşık 2 saat görüşerek, kayıpların bulunması için gerekli inisiyatifi göstereceğinin altını çizerek “Sizin sorununuz benim kabinemin sorunudur.” (Hürriyet, 05.05.2011) demişti.
Fotoğrafımızdaki vakur kadın, Elmas Eren, 1986 yılında Kürşat İstanbullu’ya -Gözaltında Kaybolanlar’da- şöyle anlatmış kayıp yakınlarının neyi aradıklarını “Bir tanıdığın çocuğu gözaltında öldürüldü; ama mezarı var. Gidiyorlar, çiçekler bırakıyorlar. Onunla konuşuyorlar. Evladımın mezarı bile yok. Siz bu duyguyu bilir misiniz? Buna dayanacak bir ana tanıyor musunuz? Buna dayanacak bir yürek bulabilir misiniz? Evladımı arıyorum. Ona ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Öldürüldüyse mezarını bilmek istiyorum. Mezarına gidip çiçekler bırakmak istiyorum.”
Üçüncü İnsan: Afili Abi, Gözlüklü Hayri
Hayrettin Eren, nam-ı diğer Gözlüklü Hayri. O, fotoğrafımızın odağındaki isim; kadrajdakileri bir bütün halinde Türkiye’nin 1970’li Yılları’na bağlayan figür; fotoğrafta, Elmas Eren’in yanında görünen siyah saçlı adamın, Faruk Eren’in de abisi. Faruk Eren abisini Yıldırım Türker’e 1995 yılında yayınlanan Gözaltında Kayıp Onu Unutma’da “Afili Küçük Abim” diye tanıtmış.
1954 doğumlu Hayrettin Eren, 1970’li yılların devrimci gençlerinden. Ruşen Çakır, T24’te 25 Aralık 2010’da yayınlanan röportajında arkadaşını şöyle anlatıyor:
“15 yaşındaydım. Benden epey büyüktü. Ama kendisine ‘abi’ dediğimi hiç hatırlamıyorum. Çünkü o çevresindeki herkes için ‘Hoca’ idi, yani ‘Hayri Hoca’. Aramızda sadece yaş farkı yoktu: Ben o tarihte, sol hareketler için ‘egemen sınıf’ı temsil eden Galatasaray Lisesinde okuyordum, yani ‘burjuva’ydım; oysa İstanbul’un o dönemde ‘kenar mahalle’ olarak bilinen semtlerinden Hasköylü’ydü, yani ‘halk çocuğu’ydu. Ama Hayri Hoca, romanlardaki gibi bir devrimciydi, insanlar arasındaki eşitsizlikleri önemsemez, bunları ortadan kaldırmak için samimi olarak çaba sarf ederdi. Benim gibi Galatasaray Liseli ‘burjuva’larla dalga geçtiği doğrudur ama Hasköy, Okmeydanı, Kasımpaşa gibi mahallelerde bizlerin önünü en fazla açan kişilerden biri de o olmuştur.”
12 Eylül Darbesi’nden yaklaşık iki buçuk ay sonra, 21 Kasım’da gözaltına alınarak Karagümrük Karakoluna götürülür Hayri Hoca. Karakoldaki yetkililerden aynı operasyonda gözaltına alınan 8 kişinin Gayrettepe’deki Siyasî Şubeye götürüldüğü söylenir. Hayrettin Eren’in Murat 124 marka arabası da binanın önünde, plakası (34 F 6798) sökülmüş ve zincirlenmiş hâlde durmaktadır, ama aile arabayı tanımakta zorlanmaz. Anne Elmas Eren o günü, Aljazeera Turk’e 18 Şubat 2014’te şöyle anlatmış:
“Gittim bir gün şubenin önüne. Kasım ayıydı. Kasım ayında puslu, çamurlu havalar oluyor. Kapıdaki görevliye ‘Hayrettin Eren’in annesiyim, burada diyorlar’ dedim. ‘Teyzeciğim ben sana haber getiririm’ dedi. Gitti, iki dakika durdu durmadı, bir kahkaha ki yırtıyor ortalığı. Geldi, ‘Yok, yok teyzeciğim’ diyor ama çocuk ‘yok’ diyemiyor gülmekten. ‘Oğlum niye alay ediyorsun’ dedim. Cevap vermedi… Arkama baktım, iki üç araba duruyor, bizim araba da orada. ‘Oğlum sen, Hayrettin yok, dedin ama arabamız burada duruyor’ dedim. Gri elbiseli şapkası inik biri geldi. ‘Ne arıyorsun’ dedi. ‘Oğlum burada, arabamız bu’ dedim. Plakayı almışlar. Plakası yok fakat vurulan yerden, içindeki dekordan tanıdım arabamızı. Sağ kolumdan itti beni. Dört ayak durdum. Ellerim çamurlandı. Kalktım bir ellerime baktım, bir polise… ‘Teyze başını derde sokma’ dediler. Kovdular beni, eve geldim.”
Dördüncü İnsan: Er-General
Bir İnsan hem Orgeneral hem de er rütbesi taşıyabilir mi? İsmi Kenan Evren ise evet. 12 Eylül Darbesi davası ile kararını 17 Haziran 2014’te açıklayan Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, sanıklar eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya’yı 765 sayılı TCK’nın 146. maddesi uyarınca “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüs etmek” suçundan müebbet hapis cezasına çarptırır.” Diğer darbeci komutanlar ise hüküm tarihinde ise ölmüş oldukları için ceza almazlar. Mahkeme Evren ile Şahinkaya hakkında, 765 sayılı TCK’nin 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemişti. Ancak mahkeme, ağırlaştırılmış müebbet talebini takdiri indirimle müebbette çevirerek davayı sonlandırdı. Bu karar gereğince iki orgeneralin de rütebeleri söküldü, er rütbesine indirildi. 12 Eylül sonrasının Devlet Başkanı, Genel Kurmay Başkanı, daha sonra Cumhurbaşkanı, 12 Eylül’ün “muzaffer muktediri”(!) ressam Kenan Paşa, 2014’ten sonra “er”dir; biz ona “er-genaral” diyelim.
Yıl 1983, Kenan Evren’in esip gürlediği yıllar. O yılın Kurban Bayramı’nı Balıkesir’in Edremit ilçesinde geçirmeye karar verir “Muktedir Paşa” Onun Edremit’e gideceğini öğrenen Elmas Eren ve yakınları da soluğu Edremit’te alırlar. Kenan Evren’le bir görüşebilseler, belki…Lâkin Kenan Evren kendileriyle görüşmeyi kabul etmez ama hazırladıkları dilekçeyi görevli emniyet amirine verirler. Emniyet amiri, dilekçelerini Kenan Evren’e ileteceğine dair kendilerine söz verir. Anne Eren, Aljazeera Turk’teki aynı röportajında şöyle devam ediyor: “Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Çarşaf gibi üç dört yazı geldi. ‘Biz de arıyoruz, bulamıyoruz, siz bulursanız bize haber verin.’ Ben zaten oğlumu arıyorum. Bulsam niye haber vereyim. Çıldırdım.”
Hayrettin Eren’i biz de bulamıyoruz, bulursanız bize de haber edin (de biraz daha işkence edelim) dercesine küstahlaşan Evren, 9 Mayıs 2015 tarihinde tedavi gördüğü̈ Gülhane Tıp Akademisinde (GATA) ölür. 12 Eylül Darbesi’nin “mimarı” Kenan Evren’in 12 Mayıs’ta düzenlenen cenaze töreni hayli kalabalıktır. Evren’in cenazesinde hazır bulunan bir grup Ankara Ziya Gökalp Caddesi’nden Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı’na doğru yürüyerek davullu zurnalı halay çeken yüzlerce protestocu ve protestocuların tören alanına girmesini engellemeye çalışan binlerce polistir.
İkinci grup, cenazenin protokolüdür. Hiçbir siyasi katılmaz cenazesine, askerler, görevliler, basın ve protestocuların tören alanına girmesini engellemek için orada olan hayli kalabalık bir güvenlik ekibi. Tabii az sayıda akraba-i taalukatı da eklemek gerekiyor.
İmam efendinin “Mevtayı nasıl bilirdiniz, hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusunu yanıtlamak için alanlarda olan üçüncü grup ise İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde toplanan Cumartesi Anneleri’dir; basın açıklaması yapmak üzere toplanmışlardır. Anneler adına Hayrettin Eren’in kız kardeşi İkbal Eren Yarıcı konuşur ve “Kenan Evren, korkak diktatör Amerikan uşağıydın” der.
- Afife Jale’den İstanbul Sözleşmesi’ne Bakmak - 17 Ağustos 2020
- Patrimonyalizm, Ayasofya ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi - 17 Temmuz 2020
- Haziran’da Ölmek Zor - 28 Haziran 2020