Hesiodos ve Pandora Efsanesi: Umut İlkesi ve Ahlak Modern Felsefede Tarih Anlayışının Yeniden Kurgulanışı

Hesiodos’un İşler ve Günler adıyla bilinen epik şiirinde anlattığı ünlü Pandora efsanesi herkes tarafından bilinir. Eğer Pandora kutusunu Zeus’un buyruğuna uymayıp veya küçük bir kaza sonucu birkaç saniye geç kapatsaydı, belki dünyada dert eksik olmayacaktı. Fakat umut da olacaktı dünyada. Ama Pandora kutusunu tam zamanında, yani tüm dertlerden sonra tam umut da dışarı çıkacakken kapatır ve bunun sonucu olarak tüm dünyayı ve insanlığı dert sardı, ama insanlık tüm bu dertlerin karşısında çaresiz ve umutsuz kaldı. Efsaneye göre dünyadaki kötülüklerin nedeni budur, yani Pandora’dır, yani kadındır.

Şöyle deniyor ilgili pasajda:
“Eskiden insanoğlu bu dünyada
Dertlerden, kaygılardan uzak yaşardı,
Bilmezdi ölüm getiren hastalıkları.
Pandora açınca kutunun kapağını,
Dağıttı insanlara acıları dertleri.
Bir tek Umut kaldı dışarı çıkmadık
Kapağı açılan dert kutusundan.
Umut tam çıkacakken Pandora kapamıştı kapağı,
Böyle istemişti bulutları devşiren Zeus.
O gün bugündür insanların başı dertte,
Toprak bela doludur, deniz bela dolu,
Geceler dert doludur, gündüzler dert dolu”

Öyleyse Pandora kutusunu açınca dertler çıkıp dağıldı tüm dünyaya ve kötülük sardı yeri göğü. Zeus’un gazabının nedeni, insanlardan saklı tuttuğu ateşi Prometheus’un insanlar için çalmış olmasıdır. Bunun üzerine Zeus, sadece Prometheus’u değil, ateşi kullanmayı ret etmedikleri için tüm insanları cezalandırmak üzere insan suretinde ölümsüz tanrıçalara ve “güzelim genç kızlara” benzeyen bir varlık yaratılmasını buyurur topraktan ve sudan. Bu varlık tüm tanrıların hediyeleriyle, yani insan özellikleriyle donatılır ve Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a hediye edilir. Bu bir tuzaktır ve Prometheus kardeşini bu konuda uyarmıştır. Hediyeyi kabul edersen insanların, yani ölümlülerin başı derde girer diye. Fakat Epimetheus, efasaneye göre, unuttuğu için, fakat belki de Pandora’nın güzelliği karşısında dayanamayarak hediyeyi kabul eder. Bu Pandora’nın kutusunu açmasına ve yere göğe dertlerin ve kötülüklerin yayılmasına sebep olur. Bu dertlerin ortasında umuda da ihtiyaç vardır. Ve Pandora’nın kutusunda elbette umut da vardır. Fakat umudun kutudan çıkmasına ve dünyaya yayılmasına izin vermez. Zira tanrıların tanrısı Zeus böyle istemiştir ve onun isteğine karşı gelinmez denir.

Efsane budur. Bu efsanenin arka planında işleyen başka bir masal daha vardır. Hesiodos, bu masalda bir insanlık tarihi anlatmaya çalışır. Bu tarih, çöküşü ve yok oluşu da içinde barındıran bir oluşum ve kuruluş tarihi değil, bir nevi bir çöküş tarihidir. Diğer bir deyişle içinde negatif olanı da barındıran bir pozitif tarih anlatısı değildir burada söz konusu olan, tersine, pozitif olanla başlayıp negatif olana doğru ilerleyen negatif bir tarih anlatımı söz konusudur burada.

Bu efsaneye göre ölümlüleri, yani insanları Olympos’ta oturan ölümsüzler yaratmıştır. Bugünkü insan soyu, efsaneye göre yaradılış tarihinde beşinci insan soyudur. Birinci kuşağı oluşturanlar altından olan insanlardır. Bunlar altın çağın insanları olarak “Kaygısız, rahat, acısız, dertsiz” yaşamışlardır ve sonunda ölüp yerin altında “cin” olmuşlardır. İkinci kuşak insanlar gümüştendir. İkinci kuşağın insanları çocukluk çağından çıkamayan, bu nedenle “Büyüyüp ergin çağa gelince”, çok çabuk bir şekilde rahatları kaçar, ölçü bilmedikleri için çılgınlıklar yaparlar ve böylece başlarını derde sokarlar. Ölçü bilmedikleri için kendilerini aratan ölümsüzleri de saymazlar, tapınaklara gitmezler. Bu nedenle Zeus onları da yok eder ve onlarda toprağın altında cin olurlar. Böylece cinler arasında birinci sınıf ve ikinci sınıf olmak üzere bir hiyerarşi de oluşur. Sonra tunç soylular gelir. Bu üçüncü kuşaktan olanlar ne altın ne de gümüş soylulara benzemektedirler. Bunların “İşleri güçleri azıtmak, saldırmak, öldürmekti” ve “ekmek yemiyorlardı, taş gibiydi yürekleri”. Her tarafa korku salan ve önlerinde durulması mümkün olmayan tunç soylular adsız sansız kaybolup gitmişlerdir. Geride yalnızca “pırıl pırıl” ışıkları kalmıştır. Bunun üzerine Zeus dördüncü kuşağı yaratır. Bu kuşak dördüncü ve savaşçı bir kuşaktır. Bunlar “koca yiğitler” ve kahramandırlar. Bunların kimisi “Kadmos’un toprağında” “Oidipus sürüleri” uğruna kimisi ise “denizler ötesindeki Troya’da” “Güzel saçlı Helene uğruna” ölür kahramanca. Sonra bunlar da sarılır “her şeyi örten ölüm yorganlarına” ve bugün “dünyanın sınırlarında, “derin Okeanos’un kıyılarında” bir yurtta “mutlu ve ölümsüz” bir hayat sürmektedirler. Bundan sonra insanlığın beşinci soyu gelir ki, şairimiz “keşke o soydakilerden biri olmasaydım”, “Keşke daha önce ölseydim ya da daha doğmasaydım” diye serzenişte bulunur, çünkü “bu beşinci soy demir soyudur.” Bu soydan olanlar da “gündüzleri didinir ezilirler” ve tanrıların kendilerine yolladığı türlü dertlerle “Geceleri kıvranır dururlar” sürekli. Bu son kuşaktan, yani demir kuşağından olanların hayatta buldukları yalnızca sayısız “Belalarla karışık birkaç sevinçtir”.

Hesidos, bundan sonra bir gelecek perspektifi sunar bize. Bu, karanlık ve karamsar, hatta kötümser bir gelecek perspektifidir. Şairimiz gelecekte yeni bir kuşağın daha geleceğini haber vermektedir. Bunlar “ak saçlı insanlar soyu” olarak tarihe geçecektirler. Bu kuşaktan olanlarda “ne baba oğullarına benzeyecek” ne de babaların “oğulları babalarına benzeyecekt”tir. Ak saçlıların çağında “Ne ev sahibi konuğunu bilecek, sevecek”, “Ne dost dostunu, ne kardeş kardeşini bugünkü gibi”. Analar ve babalar “yaşlanır yaşlanmaz hor görülecek” diye ekler şairimiz. Yaşlı insanlar saygı görmek yerine itilip kakılacaklar sürekli. İnsanlar ihanet dolu olacaklar, iyilik yapana kötülük yapacaklar, karınlarını doyuranlara, karınlarını doyurmaları için yardımcı olmayacaklar. Sözün, yeminin bir değeri kalmayacak, doğru ve iyi, yani dürüstlük ve samimiyet anlamını yitirecek, kısacası ahlak diye birşey kalmayacak. Her tarafta kıskançlık, dedikodu, bencilliğin “kem gözleri” ile bakılacak ve “kem dilleri” ile konuşulacak her tarafta. Saygı “kötülere, azgınlara” gösterilecek ve “Hak güçlünün olacak yalnız, vicdan kalmayacak”, iyi ve gerçek insanlar kötülerin, yani ahlaksızların, saldırısına uğrayacak. Sonunda “Yalnızca acılar kalacak ölümlü insanlara, çare bulamayacak kötülüklere”.

Hesiodos’un Pandora efsanesi bağlamında anlattığı tarihin negatif ilerleyişi budur. Tarihin bu negatif hikâyesi ilkesel olarak neredeyse tüm teolojik tarih anlatımlarına da temel oluşturur. Bu ancak Yeniçağ ile birlikte modern felsefe çerçevesinde tersine dönüştürülmüştür. Immanuel Kant’ın ‘pozitif perspektif’ sunulmayınca eleştirinin bir anlam ifade etmeyeceğine dair belirlemesi bu yeni bakışın ürünüdür. Bu tarih felsefesinin üst uğrağını Hegel’in ve Marx’ın tarih felsefesi oluşturur. Buna göre çöküş ve çürüme, uygarlığının ilerlemesinin, yani yeniden kuruluşun önkoşuludur, nihai hedefi değil. Tarihi bir çöküş ve çürüme tarihi olarak anlamak, Nietzsche ile birlikte yeniden itibar kazanır ve yirminci yüzyılda Oswald Spengler’in tarih anlayışında üst noktasına ulaşır. Martin Heidegger’in tarih anlayışı ‘tarihi durdurmak’ çabası üzere kuruludur. Buna karşın Rosa Luxemburg’un, Georg Lukacs’ın, Ernst Bloch’un ve Hans Heinz Holz’un tarih anlayışları, tarihi ilerletmek, her şeyin alınıp satılır olduğu modern çağın yerine insanlık uygarlığını ahlaki değerlere dayalı olarak yeniden kurmak üzere kurgulanmıştır. Bu nedenle tüm insanlığın içinde bulunduğu kötü duruma dair gerçekçi bakışa karşın, bakış aynı zamanda “umut ilkesi” ile bezenmiştir. İnsanlık yeni bir geleceği ya kuracaktır, ya kuracaktır.

Doğan GÖÇMEN