Heidegger’in Çekici, Sofi’nin Külahı Ve Öteki Ben

Meslekten üstadım, aziz bir dost aradı. Uzunca muhabbet ettik. Bu vesileyle, ben lafı epey zaman önce kütüphanesinden müsadere ettiğim kitaplara getirip, onlardan ikisini hatırladığımı, çöktüğüm başka kitap varsa, imzalayıp bıraktığım “müsadere zaptından” tespit edebileceğimizi söyledim. Zira, çöktüğüm kitapları listeleyip, “iş bu kitapları aldığımı inkar etmiyorum ancak geri vereceğimi de taahhüt etmiyorum” diye bir zapt imzalayıp bırakmıştım. Çöktüğüm kitaplardan hatırladığım ikisi, Heidegger’in “Varlık ve Zaman” ve Gazali’nin “İhyau Ulumiddin” adlı eserleriydi.

Neyse ki, “geri verecek misin?”, daha da fenası “okudun mu?” diye sormadı. Her ihtimale karşı cevabım hazırdı yine de. Heidegger için; bırak o faşist Cizvit papazını, okunacak tarafı yok, senin de okumayacağını düşündüğümden attım gitti, Gazali için de; “Ulumiddin”i abdestsiz okumak caiz değildir, abdest almaya vakit bulamadığımdan okumadım der geçerdim.

Bu iki şahsiyetin birbiriyle ne ilgisi var diye düşünülebilse de ontolojik problemleri aynı, teşhis ve tedavi konusunda ayrı noktalarda duruyorlar. Neyse, onların dertlerinin ne olduğundan söz edecek değilim. Hem kendi derdimi anlamaktan acizken, onların derdini nasıl anlayıp, ifade edebilirim ki?

Hakiki özünü ve varoluşundaki hikmeti kaybetmiş, anlama imkanları elinden alınmış bizler bilmekle lanetlenmişizdir, çok şey bilmek peşindeyiz, çok şey hatmettik ancak bildiğimizi zannettiklerimizin hiçbiri hayatımızın hiçbir tarafına dokunmadan geçip gidiyor.

Neyi ne kadar bileceğimizin sınırlarını ve mahiyetini de bilme yöntemlerini de müesses nizam tayin eder ve risk arz etmediği sürece de çok şey bilmemizde bir sakınca görmez. Aksine, asıl anlamamız gerekenden bizi alıkoyacak ölçüde “bilgi” pompalar. Tahrik edilen doymak bilmez iştahımız da, kaçınılmaz bir hazımsızlığı beraberinde getirir ve hazmedilemeyen şey de kusulur ister istemez. Sürekli bir kusmuk yağmuru altında olmamızın sebebi de bu hazmetme imkansızlığı.

Televizyon veya çamaşır makinasını reklamlardan ve kullanım kılavuzlarından okuma alışkanlığıyla, tanrıyı, özgürlüğü ve aşkı da reklamlardan ve kitaplarından okumaya, öğrenmeye ve bilmeye çalıştığımız da bir sır değil. Oysa meslekten hafız olan Şirazi; “Hafız gibi on dört rivayete göre Kur’anı ezbere okusan da faydasız. Feryadına yine aşk erişir, aşk!” der.

Der demesine de, çok geçmeden akıl defterinde aşk ayetinin bulunmadığını anlar ve “Saki, döndür kadehi, herkese sun, bana da ver. Çünkü aşk, önce kolay göründü ama sonradan çok müşküller meydana geldi.” diye dertlenir. Peki nedir bu müşküller?

Bizler hayatımızın bilgesi ve savaşçısı değiliz. Hayatımızın ne olması gerektiğini diğerleri tayin eder dolayısıyla biz başkasının yani ötekinin savaşçısıyız. Sosyal, ruhsal, zihinsel ve iktisadi hayatlarımız ötekine kiraya verilmiştir. Kuru mülkiyet hakki bizde ama kullanım yani tasarruf hakkı ötekindedir; toplumda, devlette, dinde, partide, fabrikada, büroda, dairede vs.

Kiraya verdiğimiz şeyin ne şekilde hangi amaçla ve hangi yoğunlukla kullanılacağı üzerinde de söz hakkımız yoktur. Kiralanan şey, kullanılamaz ve işe yaramaz hale geldiğinde bize geri verilir ve onu alır kabristanın yolunu tutarız.

Kullanımı elimizden alınan hayat karşılığında aldığımız bir kira yahut kullanım bedeli var elbette. Ne var ki, iyiliğimize değil diye bu işi bozmaya niyetlendiğimizde, irade ve aklımızın kullanım hakkının da ötekinde olduğunu ve neyi, hangi bağlamda, nasıl akıl edeceğimizi ötekilerin tayin ettiğini fark ederiz.

Bu farkındalık bir hakikati aşikar eder; Ötekilerin içinde, ötekilerle iş birliği yapan “öteki ben” de var! Böylece, kendi otantik özümüze karşı öteki olduğumuzu ve yakalandığımız tuzağı, aynı zamanda öteki olarak ötekiyle birlikte kurduğumuzu, ben ve öteki ayrımına dayalı yanılgının sinsice kurgulanmış bir tuzak içinde tuzak olduğunu keşfederiz.

Tuzağı bozmak ve bu cehennemden kurtulmak için kullanımdaki araçların hangisine yönelirsek yönelelim, kanun, din, ahlak, felsefe, estetik, bilim, vs. hangisini kullanırsak kullanalım tüm bu muhtelif araçların bizim değil, bizim de içinde olduğumuz ötekinin tayin ettiği prensiplere göre çalıştığını ve bu araçlarla yapabileceğimiz tek şeyin, kuru mülkiyeti bizde olanın kullanımı konusunda, ötekiler arasında bir tercih yapmaktan ibaret olduğunu anlarız.

İrademiz, kullanım hakkını bir partiden ötekine, bir dinden ötekine, bir etiketten ötekine, bir mahalleden ötekine mümkünse devretmek “özgürlüğünden” ibaret kalır; duvarları “öteki ben”in de içinde olduğu ötekiler tarafından örülmüş zindanın içinde, o köşeden bu köşeye volta atma özgürlüğü yani.

Müesses nizam, eleştiri ve seçim hakkı olarak ifadesini bulan bu özgürlük yanılgısını nimet olarak sunmaktan keyif alır. Eleştiri, farklı düşünme, din, vicdan, fikir hürriyeti, müesses nizamın mutlak yanılgıyı sürekli kılmasının araçları ve gereğidir ve müesses nizam açısından problem teşkil etmezler. Vaktaki eleştiri filli boyut kazanır, o zaman büyü bozulur.

Ne yani, Heidegger ve Sofileri de katıp söyleyeceklerinin hepsi bu kadar mı? Yaşadığımız bu mucizevi ve kutsal gezegen can çekişirken, nehirlerden zehir akıp, göller kururken, iktidar nimetleriyle gözleri kanlanmış yıkım makinaları iş üstündeyken, kimse ötekine hayat hakkı tanımazken, insanlar canavar iştahıyla birbirini ve tüm canlıları boğazlarken, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu yani?

Var elbette. Var ama harekete geçmeden önce durum tespiti yapmak gerekir, değil mi?