Gidenlerin ardından el sallamadık ki, gelenlere kucak açalım…

Altı yaşındaydım ilk göç yollarına çıktığımda. Trenle iki gece üç günde İstanbul’a varmıştık. Babam bizi İstanbul’a getirdiğinde, köye dönmeyi düşünüyor muydu bilmiyorum. 60’lı yılların ortasında Türkiye iç göçlerin giderek hızlandığı, kapıların açılıp yurtdışına çıkışların başladığı yıllardı.

O yıllarda Üsküdar’ın yerlisi olanlar henüz vardı. Yani İstanbulluyum diyenlere rastlamak mümkündü. Örneğin, paskalya bayramında yumurtalarını rengin renk boyayanlar hala Üsküdar’ın bazı semtlerinde komşuluk ettiklerimizdendi.

Ortaokulda sıra arkadaşım bir Ermeni’ydi… Birlikte Yeni Mahalledeki kiliseye bir iki gitmişliğimiz var. O yüksek dış duvarların ardında görülmeye değer renge renk freskler (çizimler, resimler) beni büyülemişti.

Kıbrıs savaşı (1974) sonrası ne oldu bilmiyorum Üsküdar’da rengin renk yumurtalar önce kayboldu, sonra kiliseye girip çıkanların sayısında bir hayli azalma oldu.

Sıra arkadaşım Amman, yurt dışında okumaya gitti. Bir daha dönmedi.

Sonra bir gün babam yorgun argın, oldukça üzgün geldi işten. Bir süre ne olduğunu anlamaya çalıştık. Burnundan soluyordu, sormaya cesaret edemedik.

Neyse çok sürmedi, “Vasil gitti” dedi.

Nasıl, nereye gitti dememize kalmadan babam ustası Vasil ustanın Türkiye’yi terk ettiğini söyledi. Babama ustalığın bütün inceliğini gelenek içinde öğreten, o güzel insan yurdunu, çok sevdiği şehrini terk etmişti.

Sebep, Kıbrıs savaşı…

Savaş sırasında ve sonrasında aylarca akın akın ada önlerine giden motorlar dolusu faşist slogan atarak, bazen her fırsatta pervasızca dile gelen tehditler yenileyerek bu şehrin insanlarını göç yollarına çıkmaya zorladı. Vasil Usta’nın gidişinden hemen sonraydı Üsküdar’da Cuma Pazarı içinde annemin ev eşyası aldığı zücaciyeci dukanı el değiştirdi. Bir seferinde annemin parası yetişmeyince, “olsun sonra verirsin” diyen o güler yüzlü herkesin “Şakir Amca” dediği Sarkiz Terkiyan artık yoktu…

Genç bir adam olarak uzun yılları bulan sürgün günlerini geride bırakıp dönüp geldiğimde, İstanbulluyum diyen kimse kalmamıştı.

İç göç 90’lı yıllarda artık ülkenin tüm çehresini değiştirmişti. Önce köyler sonra kasabalar ve sonunda şehirler boşalmış İstanbul’a akmıştı. Özellikle Marmara Bölgesi yoğun göç almıştı. Özal’lı yıllar serbest piyasa ekonomisi, memurun işini bildiği, herkesin bir gözünün döneceği köşede olduğu yıllardı. İstanbul’a göçün giderek hızlandığı yıllar… İstanbul’a giriş vizesinden söz ediliyordu.

Gelenlerin İstanbul’u pisletti, yaşanmaz ettiği gündelik konuşmaların en hararetli konularından oluyordu. Kürt etnik kimliği üzerinden ırkçılığa varan söylemler çok kolay dile geliyordu. İstanbul’a yakışmadıkları, uyum sağlamadıkları, kızları, kadınları rahatsız ettikleri, geldikleri yerlere gönderilmeleri gerektiğini duydu bu kulaklar.

Evet, çok benziyor.

Bu gün Afganlar, Suriyeliler için söylenen ne varsa İstanbul’a gelen Kürtler için söylendi. Dünyanın her yerinde, gelenlerin kimliğinden bağımsız olarak, yerleşik olanların içindeki ırkçılığı harekete geçirdiğine tanıklık ettim.

Göçler, ister iç, isterse dış göç şeklinde gerçekleşmiş olsun hep tek yönlü olmuştur. Göç olgusu geriye dönüşü olmayan bir dinamiğe sahiptir.

Dünyamız yeni bir kavşakta durmakta. Küreselleşme dünyayı bu duraksamaya taşıdı. Metaların, sermayenin ulusal sınırları tanımayan, serbest dolaşımı insanların serbest dolaşımına varması kaçınılmazdı.

Öyle de oldu.

2008 yılı dünyanın kentsel nüfusunun kırsal nüfusu aştığı tarih olarak kayıtlara geçmişti. Birleşmiş Milletler verilerine göre bugün dünya nüfusunun yüzde 55’ini ağırlayan kentlerin üzerindeki yük, 2050 itibarıyla yüzde 70 oranına yükselecek.

Aslında olan, bir zamanlar ulusal sınırlar içinde sermayenin ihtiyaç duyduğu işgücünü kırdan şehre çekmesiyle başlayan, zamanla bunu aşan şehirlere akan nüfus hareketliği, küreselleşmeyle dünyanın kırsalından, metropol ülkelerine doğru uluslararası düzeyde bir başka boyutta yaşanmakta. Yani sınırlara duvarlar örülmesi, oraya buraya “Sınır namustur” yazılması gelenleri durduramaz.

Bu gerçek bize ulusal sınırlar içinde çözümler aramanın artık çok da anlamlı olmadığını gösteriyor. Sınırları kapatarak mutluğa ulaşmanın artık mümkün olmaması küresel düzeyde çözümler aramak zorunluğunu önüne koymakta.

Hasan KAYA