Hrant Dink’in Ardından…

Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı… Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse… Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce [1].

“…Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın. Burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın. Ülkenden ayrılmadın…” diyordu Rakel Dink, sevgilisinin ardından. Evet, Hrant Dink, canı pahasına ayrılmamıştı ülkesinden. Ama çok değil bundan 92 yıl önce, Dink’in kardeşleri ve bizim kardeşlerimiz, hem yurtlarından, hem sevdiklerinden ayrılmak zorunda bırakıldılar; ölüm çöllerinin kavurucu sıcağında, ölmeye yatmak üzere. Çocuk, yaşlı, kadın, erkek…

O zaman da var olan onurlu insanların yardımlarıyla kalanlar, kalabilenlerse, ya adlarını, dinlerini ve isimlerini değiştirerek ya kendilerini gizleyerek ya da kimseye ilişmeden sessiz sedasız yaşadılar bu coğrafyada yıllar yılı.

Yakın zamanlarda “hepsini geri gönderelim” diyen ya da ortalığa kan saçan ırkçılara rağmen ve kardeşlerimiz Artin amca, Mayranoş teyze, Agop abi olarak yaşamaya da devam ediyorlar, hala. Elbette, bir ayıbı sessizce yüzümüze vurarak, kendi topraklarında, kimseye ilişmeden, gene bazen isimlerini değiştirerek, ama her daim sessiz ve sedasız…

Türkiye Ermenileri, sesleri olan Hrant Dink ölümsüzlüğe göçtüğünden beri biraz daha artan sessizliklerine devam ede dursunlar, onların, onların olduğu kadar da bizim olan Ermeni meselesi tartışılmaya devam ediyor. Ancak uzunca bir süredir olduğu gibi, sayılar üzerinden ve ihanet, tehcir, soykırım gibi kavramlarla birlikte.

Tartışma bu biçimde devam ettiği ölçüde de söz konusu dönemde yaşananların anlaşılmasının önüne set çekiyor. Bir diğer ifade ile tartışma sayılara indirgendiği ölçüde, konunun sosyal bir olgu olma özelliği gözden kaçıyor; ihanet, tehcir ve soykırım gibi kavramlara indirgendiği ölçüde de tarihsel bağlamını yitiriyor.

Sonuçta toplumsal belleğin önüne en başından set çekilmesine hizmet ediyor. Sözü Hrant Dink’e bırakacak olursak:

Ermeni Sorunu’nun bugün geldiği aşamada, kullanılan lügatin temel dili sadece “iddia” ve “ispat” kavramları üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır ve ne yazık ki “insan” unutulmaktadır. …Neler olduğu bir kenara itilmekte, olanın adı ve hukuku önemsenmektedir. Oysa sorun Ermeni ve Türk tarihçiler arasında belge yarıştırmakla sınırlı değildir. Bu bir yarışa dönüştükçe de sorun, gerçek olduğu iddia edilen belgeler ile gerçeği anlatan veya gerçeği anlatmaya gücü yetmeyen belgeler arasında sıkışmakta, belgelerden çıkıp da asıl sahibi insana ulaşamamaktadır. Oysa, gerçek ya da yalan, belge her şey değildir aslolan insanın o belgeyi nasıl ve nereden okuduğudur.[2]

Ermeni meselesinin yukarıda ifade edildiği biçimiyle tartışılmasında, egemen ideolojiden, yani, içinde yaşadığımız coğrafyada kurulu bulunan ekonomik/politik ilişkiler bütününden asla koparılmaması gereken “resmi ideoloji” ve onun tarih yazıcısı olan “resmi tarih” önemli bir rol üstleniyor.

Örneğin bu cenahın önde gelen isimlerinden olan Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, “tehcir” sırasında ölenlerin “iddia edildiği gibi” 1,5 milyon olmadığını, ama “çeşitli nedenlerle” ölen Ermeni sayısının 100 bin civarında olduğunu, tehcire gönderilen 1,5 milyona yakın Ermeni’nin 1 milyon 400 küsur bininin geri döndüğünü vurguluyor. Ermenilerin öldürdüğü Türklerin sayısının 600 bini bulduğunu vurgulamayı da ihmal etmeden[3].

Ve buna benzer tezlerle her daim ve hep birlikte haykırıyor resmi tarih korosu: “…zaten Osmanlı’ya ihanet etmişlerdi, evet öldürdük ama onların dediği kadar değil… Hem o zaman soykırım tanımı yapılmamış, soykırım hukuku oluşmamıştı, dolayısıyla bu soykırım değildir” diyorlar, mealen.

Böylece ellerini yıkamış oluyorlar, “evet, öldürdük ama fazla değil, sadece 100 bin tane” demeye getirerek, “vatana ihanet eden ölmeyi hak eder” demeye getirerek.

Böylelikle, yukarıdaki pasajda Hrant Dink’in de vurguladığı gibi, gerçeğin tahrif edilmesi bir yana, bir yandan yaşananların soğuk hukuk kavramlarının ardına gizlenmesine hizmet ediyorlar, bir yandan sayılarla bahsedilenin, örneğin kesilen ağaç değil de, ki bu da kabul edilemez, insan olduğunu unutturuyorlar.

Daha da vahimi bir halkın acılarının üstüne basarak, devlete ihanet edenin kırım kervanlarına koşulmasının meşruluğunun propagandasını yapıyorlar.

Bu anlayış ise, acılarının üzerine basılıp geçilen bir halkın, ölmeye yatırılmış bir halkın, kendini bu “üstüne basıp geçme” ile birlikte tanımlaması sonucunu beraberinde getiriyor.

Nasıl getirmesin ki: Bu ülkede yaşı ortayı biraz geçmiş hemen her insanın, nenelerinden, dedelerinden dinlediği hikâyeler ortada dururken; Türkiye’nin kimbilir kaç şehrinde Ermenisiz “Ermeni mahalleleri” gidenleri, yerinden-yurdundan edilenleri gözümüze sokarcasına ifşa ederken; “Ermeni suratlı”, “Ermeni dölü” gibi ifadeler kuşaktan kuşağa aktarılan “milli küfürler” haline gelirken…

Tam da bu noktada kavramlardan ve sayılardansa, vicdan önem kazanıyor. Unutulan vicdanı ise, okuduğunu anlama yetisine sahip her insanın anlayabileceği dille yazılmış olmasına ve bilirkişinin aksi yöndeki raporuna rağmen “Türklüğe hakaret ettiği” gerekçesiyle dava açılan, ardından da ceza almasına yol açan yazı dizisinde Hrant Dink hatırlatıyor:

Bu gerçekliği kabul edip etmemek esasen herkesin kendi vicdani sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan -“İnsan” kimliğimizden- alır. Dolayısıyla gerçeği kabul edenler, asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar.[4]

Hemen ardından, dava açmak bir yana, Türkiye Cumhuriyeti devletinin teşekkür etmesini gerektirecek şu cümleleri kuruyor Dink, Ermenistan toplumuna seslenerek:

Ermeni kimliğinin sağlığını Fransız’ın, Alman’ın, Amerikalı’nın ve ille de Türk’ün soykırımı kabul edip etmemesine endeksli bir durumda bırakmak, Ermeni dünyasının artık terk etmesi gereken bir hatadır. Gayrı bu hatadan uzaklaşmanın ve “Türk”ü Ermeni kimliğindeki bu etkin rolünden ötelemenin zamanı gelip de geçmiştir. Ermeni kimliğinin çektiği bunca sancı artık yeterlidir, sancıyı bundan böyle biraz da insanlık denen âleme terketmek gerekir.[5]

Ve ekliyor, aynı yazı dizisinin bir sonraki yazısının girişinde: “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur”.[6]

Peki, bu cümlelere dava açılmasının nedeni, bu cümlelerin “Türklüğe hakaret” içermesi ya da o savcıların cümleyi anlayacak basiretten yoksun olması mıydı? Bu soruya verilecek yanıtın hayır olduğunu, o savcılar dâhil herkes biliyor (“Birçok farklı ulusun yaşadığı bu coğrafyada, neden sadece Türklüğe hakaret etmek suç oluyor” sorusu bir yana).

Peki, bu durumda, Dink’e açılan davaları nasıl açıklamak gerekiyor? Elbette ki bu ülkenin kuruluşuna içkin olan “egemen ideoloji”nin, o ideolojinin yeniden üretilmesinde önemli rol oynayan “resmi ideoloji”nin ve her ikisinin de varlık gerekçesini oluşturan egemen sınıf(lar)ın, tarihi yeniden yazmaya, bir başka ifadeyle toplumsal gerçekliği dönüştürmeye aday her hareketlenmenin önünü kesme, onu dışarıda tutma ve yok etme çabasıyla.

İçinde yaşadığımız toplumsal sistemin egemenlerinin farklı zamanlarda farklı biçimlerde ortaya koyduğu bu çabalar, sistemi dönüştürme potansiyeli taşıyanın önüne, onun temsilcilerini ortadan kaldırmak suretiyle set çektiği ölçüde, gerçeğin üzerinin kapatılmasına da, deyim yerindeyse at iziyle it izinin birbiriyle karışmasına da hizmet ediyor.

Bunun en güzel göstergelerinden birisi de, Hrant Dink cinayeti sonrasında, dökülen timsah gözyaşları ve yapılan analizlerdi. Türkiye sermayesinin neredeyse tümü, “Türkiye’nin imajı”ndan dem vurarak kınadı cinayeti, Hrant Dink’i “vatansever” ilan etmeyi de unutmadan.

Oysa 1980 öncesinde aynı kesimler tarafından vatansever ilan edilenler, “komünizme karşı bizim çocuklar” olarak sahiplenilenler ise, bu cinayeti işleyenlerin ağabeyleriydi.

Cinayeti sosyolojik tahlillerle ya da yanlış anlamayla açıklayanlar da eksik olmadı bu süreçte. Yıllarını, bütün sosyolojik tahlilleri, “o modası geçmiş totaliter ideoloji” adına yapıldığını söylemekle geçirmiş, “Türkiye Türklerindir” diyen gazetenin genel yayın yönetmeni cinayeti okey masalarından hareketle açıkladı örneğin.

Son derece “radikal” kimi genel yayın yönetmenleri ise, savcıların ve kamuoyunun “yanlış anlaması” ile. Oysa Hrant Dink cinayeti, ne okey masalarından türeyen “psikopatlık”la açıklanabilir ne de savcıların yanlış anlamasıyla.

Cinayeti, bugün timsah gözyaşları dökseler de dün “komünizme karşı bizim çocuklar”ı destekleyenlerin, bu ülkede yaşayan insanların bir kısmını “sözde vatandaş” ilan edenlerin, linçleri “vatandaş tepkisi” diye kutlayanların, Ermeni meselesini tartışmak üzere konferans düzenleyen aydınları “milleti arkasından hançerlemek”le itham edenlerin, cinayeti “milliyetçi duygularla” işlenmiş “masum bir olay” gibi gösterenlerin ve nihayetinde katil ile fotoğraf çektirmekte sakınca görmeyenlerin suç hanesine yazmak için oldukça fazla neden var.

Walter Benjamin, Pasajlar’da, “…geçmişteki umut kıvılcımını körükleme yeteneği, yalnızca geçmişi özümsemiş tarihçide bulunabilir: Düşman galip geldiğinde, ölüler bile kendilerini bu düşmandan kurtaramayacaktır. Ve bu düşman daha zafer kazanmayı sürdürmektedir[7]” der.

Benjamin’in bu ifadeleri sanki bugünü ve Hrant Dink’in katledilmesi sonrasında oluşan puslu havayı anlatır gibidir. Düşman, en azından şimdilik, galip gelmiş, Hrant Dink katledilmiştir. Öte yandan ne Dink ne de yıllar önce bu coğrafyadan gönderilmiş olan Ermeni kardeşlerimiz, öldükten sonra bile düşmandan kurtulamıyor.

Tam da bu noktada, “geçmişteki umut kıvılcımını” kocaman bir ateşe döndürecek olanlara büyük görevler düşüyor.

Bir başka deyişle, buradayken “buralılara”, ordayken de “oralılara” en açık ve samimi haliyle seslenmekten kaçınmayan ve bu tutumu sayesinde hep “araf”a itilen Hrant Dink’in katledilmesi, bize, yani burada yaşayanlara, onu öldürenleri lanetlemenin yanında kimi görevler de bırakıyor.

Bu görevlerden en önemlisi, gerek söz konusu dönemde gerekse bugün, içinde bulunulan toplumsal sistemi ve bu sistemin yaşananlardaki rolünü sorgulamayı ihmal etmeden, vicdanları harekete geçirmeye dönük yeni sorular sormak ve cevaplar aramak.

Ancak her şeyden önce şunu vurgulamak gerekiyor. “Resmi tarih”i ve “resmi ideoloji”yi üreten toplumsal ilişkiler seti, daha açığı, kapitalist sistem ve onun temel dinamiği olan sermaye birikimi bu sorgulamadan nasibini almadıkça; 1915’te yaşananların kapitalistleşme yönündeki bir “proje”nin ve o “proje”ye içkin olan sermaye birikiminin sürekliliğini sağlama çabalarının vahşete kadar uzanan bir yansıması olduğu teslim edilmedikçe tüm sorgulamalar eksik kalacaktır.

Ayrıca tarihi böylesi bir okumaya tabii tutmanın, modası geçtiği iddia edilen “sınıf” kavramının, tarihe ve tarih yazınına dahil edilmesini sağladığı ölçüde, yeni bir toplumsal ilişkiler setinin yaratılabilmesine hizmet edeceğini, dolayısıyla kapitalist ilişkiler bütününe içkin olan faşizmin önemli panzehirlerinden birisi olacağını da not etmek gerekiyor.

Bu noktada, kuşkusuz ki ilk olarak, “egemen ideoloji” ile hesaplaşmayı unutmadan “resmi ideoloji”nin ve “resmi tarih”in söylemleri/üreticileri ile hesaplaşmak gerekiyor. Bu ise, her şeyden önce tartışmanın, resmi tarihin tartışma zemininden kaydırılmasına, yani “egemen ideoloji”nin, “resmi ideoloji”nin ve “resmi tarih”in sorduklarının, daha doğrusu sormadan yanıt verdiklerinin dışında, yeni sorular ve yanıtlar üretilmesine bağlı.

Örneğin: Bir an için resmi tarih sözcülerinin bütün söylediklerinin doğru olduğu düşünülse bile… “Türk milletini bölmeye yemin etmiş bütün dünya”nın, bütün “dış mihraklar”ın ve içerideki “işbirlikçileri”nin “yalan söylediği”; bu memleketten bir buçuk milyon değil de 100 bin Ermeni’nin tehcir edildiği; 1915’te “soykırım” tanımının yapılmamış olması dolayısıyla yaşananların “hukuken” soykırım tanımına gir(e)meyeceği kabul edilse bile… Gocunmadan sormak gerekiyor: O insanların bu coğrafyadan gönderilmesinin zeminini hazırlayan “proje” neydi? O “proje” hangi saiklerle hayata geçirilmek isteniyordu? O “proje”nin gerçek sahipleri kimlerdi? O “proje” hangi zaman dilimlerinde kimleri içerdi kimleri dışarıda bıraktı? Bu içerme ve dışlamalar hangi biçimlerde açığa çıktı?

Üstelik, yetmiyor mu o “proje”nin hayata geçirilmesi uğrunda sizin, yani resmi tarihçilerin iddia ettiği bu rakam, bir soyu kırmaya? Peki ya ne olmalıydı, tek bir Ermeni kalmamalı mıydı şu yeryüzünde? Peki, o tehcirin (de) üzerine kurulan ve adaletin mülkün temeli olduğunu, her hukuk kurumunda yazılı tutan bu coğrafyada, o “yüz bin insan”ın mülkleri kimin elinde?

Ancak, “resmi tarih”i ve “resmi ideoloji”yi sorgulamanın, elzem olmakla birlikte, yeterli olduğu söylenemez. Bir diğer ifade ile bugün “resmi tarih”i sorgulamak kadar, solun önemlice bir kısmını içine alan ulusalcılık hezeyanının oluşumunu besleyen tarih yazımını da sorgulamak gerekiyor.

Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecine dair, aklını sola meyledip kalem oynatan, ancak bu süreci bir “sınıf mücadeleleri tarihi” olarak değil de “komprador” gayrı Müslim ticaret sermayesine karşı mücadele veren “asker-sivil aydın zümre”nin mücadelesi olarak selamlayıp, bu zümrenin “Türkleştirme politikaları”nı da “ilerici” hamleler sayan ve o güne dair yapılan analizlerle bugün içinde bulunduğumuz ulusalcılık hezeyanına katkı sunan tarih yazımını da masaya yatırmak gerekiyor.

Ve elbette, tarih yazımına yapılan bu katkıyı hiç sorgulamadan kabul edip, cinayet gününe kadar “emperyalizmin işine gelir” diye Ermeni meselesinde hiç kalem oynatmayan çevrelerin “reel politiğe” pek yatkın akıl yürütmelerini, “vatan” elden gidiyor yollu çığlıklarını da.

O “asker-sivil-aydın” zümrenin, asker kanadının örneğin, o “proje”yi hayata geçirebilmek için Birinci Dünya Savaşı döneminde Alman emperyalizmi ile birlikte davranıp davranmadığını; gene o “proje”nin devamı için 1940’ların sonlarından itibaren bütün teçhizatını NATO mahreci taşıyan mallarla donatmadığını; NATO karargahlarında “düzenin bekaasını”, yani artık hayata geçirilmiş olan “proje”nin güvenliğini korumaya dönük eğitimler alıp almadığını sormak gerekiyor, gene gocunmadan.

“Resmi tarih” ile ve özellikle son dönemlerde ondan bir hayli beslenen ulusalcı hezeyanlarla hesaplaşmanın da yeterli olduğu söylenemez. Benzer şekilde Türkiye tarihini, yukarıdaki çerçeveyi tersine çeviren ama tersine çevirdiği ölçüde de yeniden üreten tarih yazımını da sorgulamak gerekiyor.

Türkiye’nin kapitalist gelişme sürecini “otoriter/ceberut devlet”e karşı “mazlum burjuvazinin” mücadelesine indirgeyen, dolayısıyla o burjuvazinin sermaye biriktirmesinde önemli rol oynayan o soykırımın, o Varlık Vergisi’nin, o 6–7 Eylül’ün suçunu hep “otoriter/ceberut devlet”e atan tarih yazımını. “Otoriter/ceberrut devlet”e karşı “sivil toplum”un temsilcisi olarak burjuvaziyi, demokrasi havarisi olarak kutsayan tarih yazımını.

Dahası, “resmi tarih” ya da “resmi ideoloji” denen olguyu açığa çıkaran “egemen ideoloji”yi sorgulamayan, böylelikle kapitalist ilişkiler bütününün, yani “proje”nin, görünmez kılınmasına hizmet eden tarih yazımını.

Dün Demokrat Parti’yi gerçekten demokrat ilan edip, bugün AKP’yi “muhafazakâr inkılâp”ın ya da “merkeze karşı çevre”nin öncü kuvveti olarak selamlayan tarih yazımını.

Kısacası, devleti kendi başına davranan bir aktör olarak ele alıp ve kerameti kendinden menkul bir otoriterlik uygulamakla eleştirip, sermayeyi tamamen ondan koparan, böylelikle de tarihin oluşumunda, kapitalist ilişkiler bütününün rolünü yok sayan tarih yazımını.

Ve nihayet bu tarih yazımından da beslenen; Ermeni meselesinin ya da Kürt meselesinin çözümünü, bu ülkenin emekçilerini ve halklarını dışarıda tutarak, Avrupa Birliği’nden gelecek “demokrasi”ye havale eden yaklaşımları. Şimdi timsah gözyaşları dökseler de bu burjuvazinin birikiminin o tehcirler, kırımlar üzerinden (de) yükselip yükselmediğini…

Bu “otoriter devlet”in kurulması için o zaman tüccar, sonradan da gene o devletin olanakları ile sanayici olan burjuvazinin savaşıp savaşmadığını.

Ve nihayetinde o burjuvazinin bugün de, bu coğrafyada yaşayan, Türkü, Kürdü, Ermenisi, Lazı, Çingenesi, Arabı ve adını sayamadığımız her halktan emekçinin sömürüsünden servetine servet katıp katmadığını, sormak gerekiyor, gene gocunmadan.

Bugün içinde bulunduğumuz dönemde egemen sınıflar, kendilerinin, dolayısıyla içinde yaşamaya mahkûm bırakıldığımız toplumsal sistemin sürekliliğinin sağlanmasına hizmet eden neredeyse bütün politikalarında tıkanma yaşıyor.

Bir diğer ifade ile Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne var olan Ermeni ve Kürt meselelerinden siyasal İslam meselesine; Kıbrıs ve Ortadoğu politikalarından “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşmanın göstergesi kabul edilen Avrupa Birliği politikalarına kadar bütün politikalarının tel tel döküldüğünü, sürdürülemez hale geldiğini görüyor.

Bununla birlikte tüm bu alanlarda yaşanan sorunları “düzenin bekaası”nı ya da sistemin sürekliliğini sağlayacak şekilde çözecek, sistemi sorunsuz yönetecek aktörler yaratmakta zorlanıyor. Egemen sınıfların içine düştüğü bu çözümsüzlük ortamında, dün olduğu gibi bugün de devlet destekli faşist hareketler, iyiden iyiye popülerleşmiş olarak yuvalarından çıkıyor, bayrak üzerine yeminler ediyor, tehdit ediyor, linç ediyor, kurşunluyor…

Kendilerini solcu olarak tanımlayanların bir kısmı ise, faşist eylemleri “Cumhuriyet’e saldırıların had safhaya ulaştığı bir dönemde gösterilen tepkiler” mertebesine yükselterek, “emperyalizmin dayatmaları”na bağlayarak bu hareketlere meşruiyet sağlıyor. Dahası, bu kesimlere “anti-emperyalist” yaftası asarak, onlarla işbirliğine girerek, “faşizmi ilerleme adına tarihsel bir kural sayarak”[8] faşizme alan açıyor.

Ancak içine sürüklendiğimiz faşizm girdabının farkında olanlar, yani “ezilenlerin geleneği” ise, “içinde yaşadığımız ‘olağan üstü halin’ gerçekte kural olduğunu”, sistemin yaşadığı her yönetememe krizinde bu türden hareketlerin devreye girdiğini gayet iyi biliyor.

Ve tarih onlardan tek bir şey bekliyor: “Gerçek anlamda olağanüstü hal” oluşturmak.


* Bu yazı 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesine varacak kadar kararan bir dönemde, 2007 Nisan’ında yayımlanan Praksis dergisinin 16.sayısı için kaleme alındı. Malum, içinde yaşadığımız dönem Hasan Hüseyin’in “Tuhaf” şiirini anımsatır niteliktedir: “…bana bir de tuhaf gelen / neron’ların hitler’lerin sandıktan çıkması / seçenlerin seçilenden korkması / rüşvetin papaz gibi girip çıkması / suçun ülke yönetmesi örneğin / ve zincire vurulması suçlunun / bana hep tuhaf gelir nedense / tuhaf da değil hatta / bana hep komik gelir / demokrasi oynaması bir diktatörün / ve sırtlanın ağzında zeytin dalı tutması / çünkü tuhaf / bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye / sakızlar durur rafta / üstünde besmelelerin”. Hrant’ın öldürülmesinden bu yana Cemaat – AKP ortaklığının yerini Ulusalcı – AKP ortaklığı alsa da, Hasan Hüseyin’in söyleriyle neronlar, Hitlerler sandıktan çıkmaya devam ediyor.

Kaynaklar: 
[1]Hrant Dink, Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği, Agos, 10 Ocak 2007.
[2] Hrant Dink, Resmi Teze Ne Oluyor, Agos, 05.02.2005.
[3] Age.
[4]Hrant Dink, Ermeni Kimliği üzerine (7)“Türk”ten Kurtulmak, Agos, 30 Ocak 2004.
[5]Age.
[6]Hrant Dink Ermeni kimliği üzerine (8),Ermenistan’la Tanışmak, Agos, 13 Şubat 2004
[7] Walter Benjamin, Pasajlar, Ahmet Cemal (Çev.), 5.Baskı, İstanbul: YKY, 2004, s. 40–41.
[8] Bu ve bundan sonraki tırnak içi ifadeler için bkz.Benjamin, age, s.41.

 

Tolga TÖREN