Andın hatırlattığı arkadaşımı da benimle aynı dönemde köyde inşaatı süren ilkokula kaydetmişlerdi ama onun okumaya hiç niyeti yoktu. Okul niyetine kullandığımız harman yerinden kaçıp dağlara çıktı. Milli talim ve terbiyeden kaçan bu haylaz ve hain çocuğun dağlara çıkması, en çok da Kürt çocuklarına andımızı belletmek kararlılığıyla, ta Ankaralardan çıkıp gelmiş muallimin zoruna gidiyordu. Muallimin komutasında bizim aramalarımız netice vermeyince, Jandarma marifetiyle dağdan indirdiler onu. O da artık hepimiz gibi, akşam evde Kürt uyuyup, sabah okulda Türk olarak uyandırılıyordu. Ne var ki “yüzde doksandokuzu
Müslüman” bir ülkede anlamını bilerek Fatiha’yı okuyan bulunsa da içimizde her sabah okuduğumuz amentünün anlamını bilen tek kişi yoktu. Mektebin son zamanlarında kimilerimiz bunun, “Tırk’ım, rastım, jehatime” ile başlayan bir metin olduğunu kavradı ama sevgili arkadaşım andımızı bellemeden ve Türkçe öğrenmeden ilkokul diplomasını aldı.
Tek kelime Türkçe bilmeden diploma alan bir tek o değildi o zamanlar, bir de melleler vardı. Kürt medrese kültürü içinde yetişmiş bu mellelerden birinden ben de Arapça dersleri almış ve onun iltifatına mazhar olduğum halde devam ettirememiştim. Mellelik müessesesini sonlandırmaya karar veren devlet, uygun bulduklarına ilkokul diploması verip imam yaptı. Artık resmi dininin tek kelime Türkçe bilmeyen memurlarıydı onlar. Anlayacağınız melleler de benim gibi, akşam Kürt olarak uyuyup, sabah Türk olarak uyandırılmışlardı.
Oysa eskiden Kürt olarak uyuyup, Arap olarak uyanmak adettenmiş. “Kürt uyuyup Arap uyanmak” sözüne Mesnevi’nin birinci cildinde denk gelmiştim. Sözün sahibi zatın, Mesnevi’nin katibi Çelebi Hüsameddin’in ceddinden Urmiye’li bir şeyh olduğu ifadesi var. Mesnevinin, Abdülbaki Gölpınarlının edisyonu, Çelebi Veled tercümesi olan versiyonunda,
“Kürt olarak yattık sırrını bil, Arap olarak sabahladık sırrını oku”, diyen beyitle ilgili dipnotta, bu sözün Abu-al Vefa-yı Kürdi adında, 1107 yılında ölmüş bir zata ait olduğundan, okuma yazma bilmeyen bu zatın rüyasında peygamberi görüp, ertesi günü minbere çıkıp vaaz verdiğinden söz ediliyor. Ahmed Avni Konuk’un Mesnevi tercümesinden, mevzubahis zatın Urmiye Gölü civarında yaşayan Şafii Kürtlerden olduğunu anlıyoruz.
Ecnebi birinin anlatımında ise, sözün sahibi zatın Firdevsi’yle aynı yıllarda yaşamış, Ömer Hayyam’ın peşdarı, İran’ın Ehl-i Hak Kürtleri arasında epey bir itibar sahibi olan Baba Tahir Üryan olduğu belirtiliyor. Rivayete göre okur yazar olmayan Baba Tahir bir oduncu imiş. “Deli Veli” olarak da anılan keramet sahibi bu zat, Selçuklu sultanı Tuğrul beyi de pek etkilemiş. Tuğrul Bey, onun abdest ibriğinin kopan ağız halkasını yüzük niyetine yanında taşırmış.
Ben başımı kırk kere soğuk sulara daldırdığım halde andımızdan bir şey anlamadım ama kerameti saflığından mütevellit Baba Tahir başını kırk kere Hamedan’ın soğuk sularına daldırıp, ertesi gün medresenin kapısından içeri girmiş ve duru bir Arapçayla etkili bir ders vermeye başlamış. Hayretlerle “ne oldu sana böyle” diyenlere, “akşam Kürt olarak uyudum, sabah Arap olarak uyandım” demiş.Baba Tahir, medresede verilen dersleri kapıdan, pencereden dinler, talebelerin verilen dersi ezberlemek için gösterdikleri gayrete şaşarmış. Bir gün dayanamayıp, “yahu siz bunca abur cubur şeyi nasıl ezberliyorsunuz” diye sormuş. Haylaz talebelerden biri de “hiç zor değil Üryan Baba, dersleri dinledikten sonra başımızı kırk kere kulleteyne daldırırız, her şey yerli yerine oturur” demiş.
Söz sahibinin kim olduğunun, zahirinde Kürt, Arap, Türk veya Fars olup olmadığının bir ehemmiyeti yok da edilen söz mühim ve Rumi’nin bu sözdeki sırra hangi manayı verdiği ayrı bir yazı konusu olur ama burada meselenin başka bir yönüne değinmek istiyorum;
Sözün edildiği devir, Arap-İslam medeniyetinin zirvede olduğu devirdir. Farabi, İbni Sina, Mevlana Rumi, Feriduddin Attar, İbni Arabi, İbni Rüşt, El Cezeri, Şebüsteri gibi şahsiyetler, zirvede yıldız gibi parlamaktadır ve bir mıknatıs gibi devrin farklı kültür, milliyet ve mensubiyetlerden insanları kendine çekmektedirler. Bu cihetten Baba Tahir’in Kürt uyuyup Arap uyanmak istemesi anlaşılır bir şey.
Ne var ki ölüm, medeniyetlerin kaderidir ve insanlık tarihi medeniyetler mezarlığıdır. SümerAkkad medeniyeti, Mısır medeniyeti, Pers-Med Medeniyeti, Helen Medeniyeti ve daha niceleri doğdular, büyüdüler ve öldüler. Aztek-İnka medeniyetleri katliama kurban gitti. Kimi medeniyetler pek kısa yaşadılar. Kimi kabile ve kavimler ise medeniyet yaratamadan, çöken medeniyetlere öldürücü darbeyi indirip, yıkıntıları üzerinde yaşayıp gidiyorlar.
Son ikibin yılda doğan Batı Hristiyan medeniyeti ile Arap-İslam medeniyeti de yaklaşık eş zamanlı zirve yapıp çöküşe geçtiler. Hafız Şirazi, İbni Haldun gibi şahsiyetler, Arap-İslam medeniyetinin çöküşüne ağıt yakan, feryat eden seslerdir.
Şimdi ise, nerede olduğumuzdan, hangi dile, dine ve kültüre mensup olduğumuzdan bağımsız olarak hepimiz Kartezyen para medeniyetinin kapsama alanındayız; kültürleri yutan, coğrafyalara hükmeden, dinleri teslim alan, kozmopolit para medeniyeti, makine medeniyet yahut batı medeniyeti. İşin vahimi kendisi de çökmekte olan bu medeniyet, anlam dünyalarımızı öyle aynılaştırdı ki kimse artık ne kendisi olarak uyuyor ne de başkası olarak uyanıyor. Hal böyleyken ister gözyaşları içinde kırk kere ırk amentüsü okuyun, ister Baba Tahir Üryan gibi başınızı kırk kere suya daldırın, silah zoru olmadan başkasını kendiniz olarak uyandıramazsınız.
- Lütfen Beni Hatalı Olduğuma İkna Edin - 8 Şubat 2023
- Bulantı - 22 Ekim 2021
- Heidegger’in Çekici, Sofi’nin Külahı Ve Öteki Ben - 13 Ekim 2021